18 Aralık 2011 Pazar

Abdullah Gül'ün Görev Süresi Kaç Yıl?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi kaç yıldır? 2007 yılının son aylarından beri sıcaklığı artarak devam eden tartışma, son günlerde basının da siyasileri sıkıştırması ile iyice kızıştı. Kezâ eğer ki 5 yıllık bir görev süresinden bahsediyorsak, önümüzdeki yıl, 7 yıllık görev süresinden bahsediyorsak 2014 yılında Abdullah Gül’ün görev süresi dolacak.

Konuyla ilgili iktidar görüşünü belirledi. Prof. Kuzu, TBMM Tv’de yaptığı açıklamada Chirac örneğinden yola çıkarak, sürenin 7 yıl olması gerektiğini belirtti.

Erdoğan ve Arınç, fazla detaya girmedikleri açıklamalarında 7 yıl üzerinde görüş birliğine vardılar. Buna ek olarak Arınç, 2012 yılının ilk aylarında Cumhurbaşkanı’nın seçilmesindeki usûlü belirleyecek olan kanunu çıkarmayı istediklerini belirtti. Cemil Çiçek de görev süresinin belirlenmesinde meclisi adres olarak göstermekte. Ysk’nın da TBMM’ce alınacak kararı uygulamakla yükümlü olduğunu belirtti.

İktidar kanadına baktığımızda, 7 yıl üzerinde bir görüş birliği gözlemekle beraber, konuyla ilgili son karar yerinin TBMM olarak gösterilmesinden ortada bir belirsizlik olduğunu kabul ettiklerini çıkarabiliriz.

Öte yandan muhalefet, şiddetle 5 yılı savunuyor. Kılıçdaroğlu; ‘halk meclisin 4 yılda bir seçilmesini istedi ve sonunda öyle de oldu. Dolayısıyla 2007’de referandumda cumhurbaşkanının görev süresini 5 yıl olarak belirleyen halkın tercihine sadık kalınmalıdır’ grüşünü savunurken, Baykal, Prof. Kuzu’nun verdiği Chirac örneğini çürütebilmek adına o dönemde Fransa’daki partilerin mutabakata vardıklarını, dolayısıyla Chirac’ın bu sebeple değişikliğe rağmen 7 yıl görevinde kaldığını savundu.

MHP cephesinde ise konuyla ilgili olarak, Bahçeli bir 5+5 formülü önermesine karşın, bu konuda daha detaylı bir açıklama yapılmadı.

Sormamız gereken soruları sormaya başlayalım. Aslında ne oldu?

Hepimizin hatırlayacağı üzere 2007 yılının Nisan ayından itibaren, Tayip Erdoğan’ın belirlediği üzere Akp Abdullah Gül’ü görev süresi biten A.Necdet Sezer’in yerine Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterdi. Seçimlerde 357’yi alan A. Gül, CHP’nin milletvekili seçimlerinin hemen öncesinde yapılmasından dolayı seçime katılmaması ve meclisin toplamının 367’ye ulaşamaması sebebiyle seçilemedi. 22 Temmuz seçimlerinin ardından Abdullah Gül, 28 Ağustos itibariyle Cumhurbaşkanı seçildi. Dikkatinizi çekerim ki, referandum bu süreçte henüz yapılmamış ve cumhurbaşkanının görev süresi değişmemişti. Yani Abdullah Gül seçildiği sırada cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıldı.

Bu sürecin ardından cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören ve görev süresini 7 yıldan 5 yıla indiren anayasa değişikliği 21 Ekim tarihinde referanduma sunuldu ve halk tarafından kabul edildi. Bununla beraber mevcut cumhurbaşkanının görev süresi tartışılmaya başladı. Çünkü yapılan anayasa değişikliğinde bu konuya açıklık getiren bir geçici madde yoktu…

Eğer ki o referandum sürecinde Anayasal düzeyde, AÇIKLAYICI bir geçici hüküm konsaydı, ya da mevcut cumhurbaşkanının da görev süresi şayet 5 yıl olacaksa, GERİYE ETKİLİ bir geçici hüküm konsaydı, bu krizleri şu an yaşamıyor olacaktık.

Şimdi Ne olmalı?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi 7 yıldır. Çünkü Gül, 21 Ekim referandumuna konu olmuş değişikliklerin şartlarında, ve o hükmün statüsünde seçilmemiştir. Ayrıca, unutulmamalıdır ki, seçilme ve seçme ile ilgili değişiklikler, sıcak gündemi değil, uzun vadede olması gerekene yönelik değişiklikler olmalıdır. Bu sebeple milletvekilleri aracılığıyla meşruiyetini kazanması öngörülmüş bir hükme göre seçilmiş bir cumhurbaşkanının, seçilme şekli genel oya dönüştürülmüş bir sistemdeki hükme göre görev süresinin belirlenmesi, siyasi düzende hukukun belirleyiciliğini sakatlar. Doalyısıyla, seçme ve seçilme ile ilgili hükümlerin –özellikle görev süresi ve dolayısıyla seçim zamanları ile ilgili olan hükümlerin- var olanı değiştirmeye yönelik olamaması kuraldır. Bu hükümler bundan sonraki uygulamayı belirleyecektirler. İstisna ise, anayasanın izin verdiği ölçüde bu durumun geriye etkili olarak değiştirilebileceğidir.

Burada şunu da kesinlikle belirtmek gerekir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi ile ilgili bir belirsizlik varsa bunun yolu meclisten geçer. Ancak, bu belirsizliğin giderilmesi, görev süresinin anayasal bir konu olmasından dolayı anayasaya geçici hüküm konmasından geçer. Çünkü, yasayla yapılacak bir belirleme, kurulu erk olarak yasamanın yürütmenin başı olan cumhurbaşkanına müdahalesi olarak düşünülür. Bu sebeple bu belirsizliği meclis ancak kurucu iktidar sıfatıyla anayasa yoluyla gidermelidir.

Meclis seçimlerinin 2011’de yapılmış olması, Cumhurbaşkanı seçimini etkilemeli mi?

Anayanın 67. maddesine göre, meclis uygun gördüğü zaman seçimleri yenileyebilir. Burada meclisin bu yetkisi Kılıçdaroğlu’nun savunmasını haklı çıkarmıyor açıkçası… Çünkü, geçtiğimiz dönemde yapılan seçimlerde bir mutabakat vardı. Bana kalırsa, 2011 yılında yapılmış olan seçimler (12 haziran) bir erken seçimdir. Meclis görev süresi bitmeden önce seçimleri yenilemeye karar vermiştir. Ancak, ortada yine de bir bilinmezlik var. Çünkü 12 Haziran seçimlerinin bir erken seçim mi olduğu sorusu sizin de bildiğiniz üzere ne seçim kararı alındığında ne alındıktan sonra ne de şimdi konuşulmuyor. Dolayısıyla 67. maddedeki yetkisini kullanan bir meclis olduğuna göre, 2007’de seçilen meclisin seçimleri 4. yılında yapması, cumhurbaşkanı seçimlerinin de aynı uygulamayla yapılması gerektiğini bize göstermez.

Sonuç olarak;

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi 7 yıldır. Aslında bakarsanız burada muhalefetin ‘işine öyle geldiği için’ 5 yılı savunduğunu düşünüyorum. Yukarıda da açıkladığım nedenlerden ötürü mevcut anayasal mevzuat 7 yılı gerektirmektedir. Tabii olarak meclisin şu an da geçici bir ‘anayasa’ hükmü koyarak bun 5 yıl olarak belirleme yetkisi var. Ancak şuna dikkat edilmelidir ki, bu durumun yasayla düzenlenmeye çalışılması, ileride tehlikeli teamüllere yol açabilir. Anayasa’nın görev süreleri konusunda belirleyici rolünü ortadan kaldırabilecek teamüller olur bunlar… Öte yandan, iktidar eğer isterse aynı şekilde, geçici bir anayasal hükümle 7 yıl olarak belirleyebilir. Bu Chirac örneğinde olduğu gibi partiler arası mutabakat olmadan ancak çok daha güçlü bir şekilde, anayasal hükümle belirsizliği ortadan kaldırmış olur.

Tekrar ediyorum ki, bunların hiçbiri yapılmasa dahi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün süresinin görev süresi 7 yıl olmalıdır.

Mert Elekçi

Mert.elekci@politikadergisi.com

4 Eylül 2011 Pazar

Bir Anayasa Değişikliği ve Küresel Mali Kriz

Küresel Mali Kriz'de canı en fazla yanan ülkelerden birisi İspanya. Değişmek üzere olduğu iddia edilen dünya düzeninin de en ilginç aktörlerinden biri olarak karşımıza çıkmakta ve çıkmaya da devam edecek...

Bunun en önemli kanıtını son günlerde yaşadık. Bir BBC haberinden aynen aktaralım;'İspanya'da iktidar ve muhalefet, kamu borçlanmasını sınırlayan bir anayasa maddesi üzerinde anlaştılar.'

Yani 'bankalar krizi'ni para basarak aşan Avrupa devletlerinde, küresel mali krizi aşmak için uygulanacak yöntem netleşmekte. Kamu borçlanmasının sınırlanması anayasal düzlemde bir baskı oluşturacak ve bunun yerine devletler bu krizi aşmak için, kamu harcamalarını kısma ve/veya vergileri arttırma yöntemlerini izleyecekler. Geçmişte aşıldığı sanılan finansal krizlerin bugünkü sonucu olan 'küresel mali kriz' in para basarak 'öteleme' ve 'girişimleri dinamik tutmaya çalışarak büyüme oranları koruma' yöntemleriyle aşılması fikrinin Brüksel'de pek taraf bulmadığını görmekteyiz. Peki kamu harcamalarının kısılması ve vergilerin arttırılmasının hükümetler üzerinde yaratacağı sosyal baskının sonuçları neler olabilir? Bu, cevabı şimdiden öngörülebilecek bir soru değil. Öte yandan Atlantik'in diğer yanı, hala dolarının gücüne güvenmekte.

ABD, Piyasaya sürmek üzere milyar dolarlarını piyasaya sürmek üzere hazırlanıyor. Kongreyle anlaşmaya çalışan Obama, ne ölçüde bunu başaracak bilemeyiz ama krizlerle mücadele etmek için ABD'nin geçmişten beri süregelen yöntemi olan 'para basma' ya da kamu borçlanması, eğer ki Brüksel'in planları tutarsa, sorunu çözmede etkisiz kalacak gibi. ABD ve AB krizi çözmede farklı yöntemler izliyorlar. Bunun siyasi ve sosyal sonuçları ağır olacak gibi gözüküyor.

Tam da burada bir parantez açmanın doğru olacağını düşünüyorum; Acaba Orta Doğu'daki güncel olaylar, sosyal baskıyı azaltmak için bir 'dikkat dağıtma politikası' olabilir mi?

Peki Türkiye ne yapıyor?

Türkiye krizi haklı olarak finans piyasalarında karşılamayı uygun görmekte. Merkez Bankası, AB ve ABD'nin para basma politikalarındaki farklılığa rağmen döviz sepetindeki kurları koruyacak kadar rezervleri olduğunu açıkladı. Bu açıklamaya güvenecek olursak krizin ilk dalgasını atlatacağız gibi gözüküyor. Ancak krizin uzaması oranında Türkiye'ye etkisi artacaktır. Yani ikinci ve üçüncü dalgayı karşılayamayabiliriz. Ancak burada AB'nin çözüme yaklaşımındaki öngörülerde hata yapılmamalı. Bu bakımdan İspanya'daki anayasa değişikliği önem arz ediyor.

Saygılar...

Mert Elekçi

mert.elekci@politikadergisi.com

14 Temmuz 2011 Perşembe

Çarşı'dan Manifesto

Bir çağrı: "Fitbolda Temizlik Hareketi"
“Fitbolda” temizlik hareketi!"

Futbol endüstriyelleşmiş olabilir.
Ama biz malul/meta değiliz.
Taraftarız.
Seyirciyiz.
Renklerine sevdalandığımız tutkunlarız.
Hangi Beşiktaşlı başarısızlıktan dolayı takımını terk etmiş?
Hangi Beşiktaşlı yenilgiden sonra takımına küsmüş?
Hangi Beşiktaşlı harama tevessül etmiş?
Yıllardır söyledik. Şimdi bağırmak zamanı.
Şeref’inizle oynayın, Hakkı’nızla kazanın!
Beşiktaş’ı bir değerler manzumesine dönüştüren, “duruşumuzu” borçlu olduğumuz iki abide isme yakışanı yapın.
Biz Beşiktaş taraftarları…
Elle atılan golle hüzünlendik. Hak etmemiştik.
Kendini yere atıp penaltı kazanan oyuncuya öfkelendik. Hak etmemiştik.
Rakibine dirsek vuranı, çelme takanı ıslıkladık. Efendi davranılmamıştı.
Haksız yere ceza gören rakip oyuncuyu savunduk. “Eyyamcı hakem” diye bağırdık.
Böyle olmalıydık.
Gündelik yaşamımızda peşinde koştuğumuz ahlakı, erdemi, dürüstlük ve olgunluğu sahada da görmeliydik.
Bizler Hatice’nin ahvalini de önemseyen, neticenin ille de başarının biricik kriteri olmadığına inananlardık.
Bugün Türk futbolu büyük bir sınavdan geçiyor. Kaybettiğimiz, üzüntüden kahrolduğumuz maçların nasıl parayla satın alındığını, nasıl “ille de başarı” diyenlerin hayatımızın biricik sevdasını istismar ettiğini öğreniyoruz.
Bugün maaşımızdan arttırdığımız bir biletin, umudumuzu bağladığımız bir kuponun, harçlığımızdan biriktirdiğimiz bir deplasman biletinin ardında aslında ne oyunlar oynandığını, ne hile ve düzenbazlıklar olduğunu öğreniyoruz.
Bugün sevdalandığımız renklerin süregelen soruşturmanın sadece mağduru değil, zanlısı da olabileceğini öğreniveriyoruz.
Mahkemenin kararını vereceği son güne kadar bu olayda ismi geçen bütün Beşiktaşlılar bizim için masumdur. Onlara önyargı ile bakmayacağız.
Ancak diğerlerinin yaptığı gibi arkalarından peşi sıra gitmeyi de reddetmeliyiz. Acı ve sancılı da olsa doğrusu budur. Artık “o” Beşiktaşlılar bize bizden olduğunu kanıtlamak zorundadır. Zira bizim yıllardır –perde arkasını bilmeden- yaşadığımız düş kırıklığını Kayseri’de yaşayan “Boz Baykuşlar” ile empati kurmadan gerçeğin peşinde koşamayız.
Şimdi iki takım var. Biri namuslu ve dürüst olanların takımıdır. Diğerinde ise şikeci, düzenbaz ve hile ile çıkar peşinde koşanlar var.
Biz Beşiktaşlılar ilkini temsil ediyoruz. Etmeliyiz.
Onun içindir ki masum olduğuna inandığımız, sonuna kadar inanacağımız “zanlı” Beşiktaşlılarla aramıza mesafe koymalıyız. Masumiyetlerini kanıtlayıncaya kadar ne “büyük” diye bağırırız ne de “yanındayız” diye destek veririz. Artık aidiyet değil hukuk devreye girmiştir. Adaleti simgeleyen o gözü bağlı kadın kadar tarafsız ve objektif düşünürüz.
Zira biliriz ki eğer ki ortada Beşiktaşımızı zan altında bırakacak bir iddia varsa. Biz utanacağız.
Eğer ki puan ya da kupa için anlaşılmışsa o kupaya saygı duymayacağız.
Eğer ki bir kişi bile vaatle Beşiktaş’a karşı yeterince koşmamışsa biz sevinemeyeceğiz.
Kimse “Beşiktaşk” dediğimiz için her şeyi mübah göreceğimizi beklemesin. Biz sevdiğimiz renklerin sevdalısıyız, belalısı olmayacağız.
Diyoruz ki:
Arının…temizlenin…masumiyetinizi sadece yargıya değil, bizlere de kanıtlayın.
Sizi kucaklayalım. Coşkuyla gücünüze güç katalım.
Ama siz de arınıncaya, temizleninceye ve masumiyetinizi kanıtlayıncaya kadar Beşiktaş’la aranıza mesafe koyun. Beşiktaş’a yapılacak en büyük iyilik budur.
Diyoruz ki:
Tarihi bir fırsat elimizdedir.
Adını dürüstlüğü ile bizleri “şerefli ikinciliklerle” onurlandıran efsanevi başkanımızın diliyle adlandıralım. “Fitbol”da temizlik hareketini biz Beşiktaşlılar başlatalım. Formalarımıza, atkılarımıza bir siyah kurdela bağlayalım. Bilelim ki o kurdela sahibi olan bizler “Fitbol”da Temizlik Hareketi”nin erleriyiz.
Manifestomuzu birlikte yazalım.

Ey diğer renklere gönül verenler…
Bu yazıdaki bütün Beşiktaş sözcüklerinin yerine kendi takımınızı, siyah beyaz yerine kendi renklerinizi yazın…
Var mısınız?

çArşı

1 Temmuz 2011 Cuma

yemin ve boykot sürecine bir bakış

Gündem karışık! Gerek yasa koyucu olsun, gerekse zamanın asli kurucu iktidarı olsun, bugün olanların olabilme ihtimallerini hesaplayamadığı için, sistemde mayınlar patlamakta. Kim ne derse desin, özellikle milletvekili seçilme yeterliliği ile ilgili konularda, seçim sistemimiz mayınlarla dolu. Burada kamuoyunun konuya bakış açısı da ikiye ayrılıyor. Bir kesim bunu bir meşruiyet sorunu olarak görmekte, diğer kesim ise bunun bir sistem sorunu olduğuna vurgu yapmakta...

Ben yaptığım girişten de anlayabileceğiniz gibi bunun bir sistem sorunu olduğunu düşünüyorum. İlgili kanunlar aralarında çelişmekle beraber, kendi başlarına çok açık değil ve yorum ön planda kalıyor. Ysk var olan yetkileriyle bu işe el atabilir durumda değil. Hatip Dicle kararı için önceden denetim kanun koyucu tarafından öngörülmemiş.

Hatip Dicle kararındaki durum hayli ilginç. Milletvekili seçim kanuna göre Ysk, il seçim kurulunun uyarısı ya da adayların açıklanmasından sonraki iki gün içerisinde yapılacak bir itiraza göre adayların adaylığını iptal edebilir. Zaten bu fasla gelinceye kadar, il seçim kurulu re'sen adayın milletvekili seçilme yeterliliği olup olmadığını denetlemekte. Bu durumda Hatip Dicle'nin adaylığı nasıl kabul edilmiş olabilir?

Haberlerde verilmeyen bilgiyi size aktarmakta yarar görüyorum. Adaylar belirlenirken, Hatip Dicle'nin ilgili ceza mahkemesindeki dosyasının kararı çıkmış ancak temyizdeydi. Dosya Yargıtay'da olduğu için, Adaylığı açıklandığı sırada Dicle, Terör örgütünü propaganda suçundan hükümlü değil, henüz tutukluydu. Aradaki bu nüans farkı Hatip Dicle'nin adaylığının yolunu açtı. Neticede Yargıtay kararı bozabilir, mahkeme tutukluluğa son verebilirdi. İşte, adayların açıklanması ve seçimlerin yapılması arasındaki dönemde Yargıtay'daki dosya dönünce, artık ilgili suçtan 'hükümlü' olan Dicle yapılan 'itiraz' üzerine seçilmiş olmasına rağmen milletvekili mazbatasını alamadı. BDP cephesinin sorunu bir 'meşruiyet' sorunu olarak göstermeye çalışması, olayları tırmandırdı. KCK tutuklularından olup da seçilen milletvekillerinin tahliye edilmemesiyle birlikte boykot kararı alındı.

Peki YSK Dicle'nin mahkumiyetinin kesinleşmesinden sonra Dicle'nin adaylığını iptal edebilir miydi? Bununla ilgili olarak YSK'nın bir itiraza göre hayata geçirebileceği uygulama yok gibi gözükse de, Milletvekili Seçim Kanunu'nun 42. maddesi çok açık olmasa da YSK'ya bu konuda bir takdir yetkisi tanıyor olmalı.


MADDE 42 - Bu Kanunda özel hüküm bulunmayan hallerde, 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanunun bu Kanuna aykırı olmayan hükümleri uygulanır.

Yüksek Seçim Kurulu, milletvekili seçimlerinin sağlık ve düzenli bir şekilde gerçekleşmesini sağlamak amacıyla gerekli ilke kararları almaya yetkilidir.

Burada açık bir ihmalden mi söz ediyoruz? Bir KASIT olmasını bekleyemeyiz. Yine de aşılabilecek bir krizi engelleyememiş olan bir YSK'dan bahsettiğimizi düşünüyorum. Burada yapılması gereken, Hatip Dicle'nin dosyası yargıtay'dan döner dönmez adaylığın iptal edilmesi olmalıydı.
Elbette ki bu şekilde yapılacak bir çözümün, Hatip Dicle bağımsız aday olduğu için, BDP açısından olumsuz karşılanacağı aşikar. Çünkü, Bağımsız aday olan Dicle'nin adaylığının iptal edilmesi durumunda, BDP'nin yerine yeni aday sürmesi mümkün olamazdı. Çünkü adaylık başvurusu için süre dolmuştu. İşte bu sorundan çıkarılacak bir çözüm yoksa bile, Hatip Dicle'nin milletvekili olmaktan başka bir kasıtla aday olmuş olabileceği sorusu gündeme gelmeli ve tartışılmalı. Bir temyizin sonucu dönmeden elbette ki kimseye 'suçlu' muamelesi yapamayız. Yine de temyiz başvurusunun reddine karar verildikten sonra, bir kimse hükümlüyken onun milletvekili seçilmesi kanunlara aykırıysa, bunun saygıyla karsılanması gerekirdi ve Hatip Dicle adaylıktan kendi isteğiyle çekilmeliydi. Dokunulmazlık adaylıkla kazanılmaz, milletvekili seçilmekle kazanılır. Aday olamayacak birinin, milletvekili seçilmesine imkan olmadığına göre, burada bir dokunulmazlık oyunu oynanmaya çalışılmasında hukuk mekanizmasından başka bir mekanizma aranmalıdır diye düşünüyorum.

Öte yandan, Balbay, Haberal, Alan ve diğer KCK tutuklularının durumu farklı... Yukarıda 'tutuklu' sıfatının 'hükümlü' sıfatından farklı olduğunu dile getirdim. Burada seçilen milletvekilleri 'kuvvetli suç şüphesi' taşıdıkları için, tahliye edilmiyorlar. Oysa ki milletvekili mazbataları elinde mevcut. Yani dokunulmazlıklarını kazanmışlar. Sorulması gereken soru şu: Suçlular mı? cevap: hayır yalnızca kuvvetli suç şüphesi var. Kuvvetliden kasıt burada %99 olsa dahi, geriye kalan diğer %1'den dolayı kimseye suçlu muamelesi yapılamaz. Burada ilgili adayların adaylıkları kabul edilmiş, bir engel görülmemiş. Suçlu değiller, kesinleşen bir hükümleri de yok. Dolayısıyla burada bir 'hukuk katli' var.

CHP ve BDP meclisi boykot etme kararı aldılar. BDP'nin konuya bakış açılarına katılamamamla birlikte, boykot kararını haklı bulmaktayım. Ancak bunu gerekçelendirme aşaması ve halka lanse ediliş şeklinde temel hatalar goruyorum. Burada sorunun kişiler veya siyasi partiler olmadığı açık. iyi bir erkler ayrılığı 'insiyatifler' arası dengeyle kurulur. Bu şu demektir; hukukun genel ilkelerine uygun davranmak senin insiyatifinde değil, yasaların yönlendirmesiyle olur. Bu krizde de söylemler yine her zamanki gibi kişilerin üzerinde yoğunlaşmamalı. Sorunun köküne inilmeye çalışılmalıdır. Boykot kararını neden desteklediğime gelince, artık 'insiyatifler' den geçilmeyen siyasal sistemimizde, bu kadar yuksek cogunluğa sahip olan bir siyasi partinin, mahkemelerin bu derece hukuku delici kararlarında, çözüme yönelik olarak ne kadar samimi davranacağını düşünebiliriz?

Saygılarımla...
Mert Elekçi
mert.elekci@politikadergisi.com






13 Haziran 2011 Pazartesi

Çoğunluk ve çoğulluk üzerine...

Yazı, kuşkusuz 'demokrasi nedir?' sorgusu üzerine başlayacak. Demokrasi algısını sorgularken de çoğunluk ve çoğulculuk kavramlarıyla birlikte milletin iradesi kavramına değinebilirsek ne mutlu bize...

Demokrasi çıkar çatışmalarını uzlaşmaya dönüştürmeye çalışan yöntemlerden biridir. Muhtemelen, unsurları baskı ve gasp olan despotlukla tek ortak yanı da budur. Çıkar çatışmalarını uzlaşmaya dönüştürdüğünü söylediğimize göre, modern anlamda bir yönetme şekli olduğunu belirtebiliriz. Daha da somutlaştıracak olursak, demokrasi;
- birden fazla bireyi ilgilendiren bir konuda,
- bu bireylerin görüşlerini dikkate alarak,
- bu bireyler adına irade ortaya koyma yöntemidir.

Bu 3 şartı sağlayan her olgunun demokrasi yöntemiyle bağdaştığını söyleyebiliriz. Yine de demokrasi kavramının insanlar tarafından ne zaman olursa olsun olumlu algılanması, kötü demokrasilerin de var olabileceği ihtimalini her aman göz ardı etmemize sebep olur. Bu öyle bir algıdır ki, demokrasi ya vardır, ya da yoktur. Varsa eğer iyidir, yoksa kötüdür. Hatta bu yüzden demokrasi inancı diye bir terim de ortaya atılmıştır. Demokrasi toplumlarda bir algı sorunundan ibarettir çoğu zaman. Yani bir toplumda 'beyaz' ı temsil eden her şeyin iyiye delalet olması, ya da iyi olarak algılanan her şeyin 'beyaz' olarak algılanması gibidir demokrasi algısı.

Demokrasi halk içinde en basit algısıyla algılanır. Bu algılamaya göre, bir insan topluluğu içerisindeki bir soruna, o insan topluluğu içerisindeki öne sürülen çözümlerin en fazla destek toplayanı doğru çözümdür. Bunun bir ileri aşaması, bu çözümün doğru olabilmesi için bu çözümün, o insan topluluğunun yarısının desteğini alabilmiş olması aranmasıdır. Bu şekilde insanlar, uzlaşıyı, topluluğun çoğunluğunun görüşünün temelinde oturturlar. Bir örnekle açalım isterseniz;

Bir sınıfın çok sıcak olması yüzünden, sınıf öğrencilerinin çoğunluğu sınıfın camlarının açılmasını istemektedir. Ancak, cam kenarında oturan öğrenci, hasta olması nedeniyle bu karara karşı çıkmaktadır. Burada iki çıkarın çatışması durumu ortadadır. Sınıfın iradesi, hasta öğrencinin iradesinden üstün müdür? sorusu çözümü doğru yerde aradığımızı gösterir mi?

Burada kararın çoğunluğa göre alınmış olması, hasta öğrencinin tamamıyla aleyhine bir durum olur. Kuşkusuz burada 'çok' olanın 'az' olana karşı bir dayatması var. Burada çoğunlukçu bir anlayıştan bahsediyoruz. En iyi yönetim yöntemi dayatmaya en az izin veren yöntem olacağına göre, çoğunlukçu bir demokrasi anlayışından daha iyi bir yöntem mümkün müdür? Somut örneğe bakacak olursak, hasta öğrencinin çıkarlarını koruyabilir miyiz?

Tam da burada 'çoğulculuk' kavramına geliyoruz. 'Aynı' olanın yanında 'farklı' olanın da çıkarlarını koruma ve herkesin 'aynı' olması gerekmediğini kabullenmedir çoğulculuk. Bu kabullenmenin birileri tarafından çoğunluklara dayatma suretiyle kurulmuş olması ihtimali de var şüphesiz. Yani 'hasta öğrencinin çıkarlarını korumak için, öğretmen camların açılmamasıni istemiş olabilir.' Burada sakat bir çoğulculuk vardır. Çünkü çıkarların korunması, tarafsız olduğundan emin olmadığınız bir insiyatife bırakılmıştır. İşte bu yüzden, çoğulcu bir demokrasiyi güvenceye almak için iki yöntem öne sürülebilir;

- Tarafsız, sınırlı, önceden yetkileri ve görevleri belirlenmiş, hakem niteliğinde bir irade
- Çoğunluğun, azınlığın da çıkarlarının korunmasında, bir yararı olması ve bunun çoğunluğun bilincinde olması

Son saydığım iki yöntem, günümüzde olması gereken demokrasinin temel ilkeleri...

Milletin iradesini, çoğunluk ve çoğulculuk kavramlarıyla birlikte nereye koymalıyız? Sanırım yukarıdakilerden bu sorunun cevabı açık bir şekilde çıkıyor. Azınlığın iradesini de milletin iradesinin bir parçası sayarak, çoğulcu unsurları bunun emaneti olarak görmekle, demokrasi algısı içerisinde bir yerlere gelebilme ihtimalimiz olduğunu düşünüyorum.

Saygılar...
Mert Elekçi..
mert.elekci@politikadergisi.com

9 Haziran 2011 Perşembe

en son ne zaman gözlerinizi kapatıp müzik dinlemeye bıraktınız kendinizi?
gözlerinizi kapattığınızda karşınıza çıkan fotoğrafların ve arkadan gelen akustik bir gitar sesinin sizi yönlendirmesine izin verecek kadar bırakabilir misiniz kendinizi? bir an olsun içinizdeki oto-kontrolü devreden çıkarmak ne kadar zor olabilir hayattaki güvensizliklere rağmen! bu yazının bu cümlesine kadar okuduysanız eğer bu yazıyı, gözlerinizi kapatıp bir kaç saat müzik dinlemeyi hakettiniz...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Yeni anayasanın felsefesi üzerine

Yeni bir Anayasa’nın yapılacağı konusunda hepimizin hem fikir olduğunu düşünüyorum. Bu yazı da teknik konulardan daha çok, bu yeni anayasanın felsefesi üzerine olacak tabii olarak...

Anayasa felsefesinin günümüzdeki amacı nedir? Zaten birkaç yüzyıldır belli olan amaçları arasında öncelikli olanlarını seçmektir kanaatimce.

19. yy’da monarşinin artıklarını temizlemeye çalışan anayasalar, ulusal devletlerin ortaya çıkmasına büyük katkı sağlamıştı. 20. yy’ın hemen başında ise son artıkların I. Dünya Savaşı ile birlikte tarihe karıştığını savunmak çok yanlış olmaz. Ancak bununla birlikte 1980’li yıllara kadar devam edecek olan başka bir despotluğun, yani diktatörlüğün ortaya çıkmış olması ayrı bir ilginç konudur. Bu diktatörlerin ortaya çıkmasında şüphesiz ki, dönemin anayasaları önemli bir rol oynamışlardır. Kuşkusuz aklımıza Almanya’da iktidara gelen Nazi Partisi geliyor. O dönem Almanyasının, en revaçtaki üç partinin görüşlerini sosyalist, sosyal demokrat ve nasyonal sosyalist diye ayırabiliriz. I. Dünya Savaşı’ndan ağır bir yenilgi almış olan Alman halkının kendisine çok yabancı sosyalist görüşü ya da ezilmiş duygularına hitap etmeyen sosyal demokrat görüşe, o dönemde nasyonal görüşe verdikleri desteği vermemesi mantıksız gelmiyor. Nitekim her seçimde oy oranını yükselterek daha fazla sesini duyurma olanağı yakalayan Hitler’in dönemin çoğunlukçu demokrasisini kullanmadığını kimse söyleyemez.

İşte tam da bu yüzden İkinci Dünya Savaşı sonrasında anayasalar daha çoğulcu sistemler geliştirme eğilimlerinde bulunmuşlar, bununla birlikte İnsan hakları söylemlerini geliştirmişlerdir. Anayasa yargısı denetimi yaygınlaşmıştır.

Burada yapılması gereken çok önemli bir tespit var;

Özellikle 1970’lerden itibaren İnsan Hakları’nın var olabilmesinin en önemli şartı, çoğulcu sistemlerde görülmektedir. Ancak hepimizin bildiği gibi çoğulcu bir demokrasinin varlığı için temel şart, sosyal haklar ve dolayısıyla da ekonomik hakların varlığıdır.

Günümüzde ekonomik istikrarı yıllardır yakalayabilmiş olan ülkelerin halklarının, sosyal haklar yoluyla hak taleplerini gerçekleştirmede çok fazla sorun yaşamadığını görmekteyiz. Oysa ki, daha çoğulcu bir anayasanın ekonomik ve siyasi bir istikrarı getiremeyeceği savunulmaktadır. Bu durum, bu savı doğru çıkartmakta mıdır? Ekonomik istikrar, sosyal hakların tetikleyicisi midir? Yoksa sosyal ve kültürel haklar, uzun vadede ekonomik istikrarın geleceğinin habercisi midir? Bu uzun vadeyi düşünecek olursak, kitleler ne kadar sabırlıdır?

Anayasaların uluslararasılaşması tezinin daha uzun yıllar tartışılacağını öngörürsek, devlet, otorite- insan hakları arasındaki dengeyi, böyle bir kısır döngüyle nasıl başarabilecektir?

Yeni anayasamızdan önce yapmamız gereken, sanıyorum ki doğru hamlelerden önce, doğru soruları sormak olmalıdır.

Ekonomik istikrarı, siyasi istikrar, çoğulcu demokrasi, sosyal ve kültürel hakları da gerektiği gibi uygulayarak nasıl sağlayabiliriz? Bunun için nasıl bir sisteme ihtiyacımız var?

Bugünkü önceliklerimiz neler?

Saygılar...

Mert ELEKÇİ

Mert.elekci@politikadergisi.com

24 Mart 2011 Perşembe

TUSİAD'ın Anayasa Taslağı ve Değişmez Hükümler...

Son günlerde gündemdeki önemli konulardan bir tanesi de, TUSİAD’ın açıkladığı anayasa taslağı. “TUSİAD’ın açıkladığı anayasa taslağının değeri nedir?” sorusunu cevaplamadan önce taslak açıklanmadan önceki genel tabloya bir bakalım.

12 Eylül referandumunun tartışılması sırasında, meclisteki bütün partiler yeni bir anayasa yapımına sıcak bakacağını zaten söylemişlerdi. Gerek, hayır diyenler, gerek evet diyenler gerekse boykot edenler olsun, bu referandumun sonucu ne olursa olsun yeni bir anayasa gerektiği konusunda hemfikirdiler. O günden bu güne gelindiğinde seçim öncesi bütün partiler yeni bir anayasa vaad etmekteler. Ancak herkesin bu konuda kendi problemlerinin çözümü için somut öneriler sunmaya gerek duymadığını görmekteyim. Sadece BDP cephesi adına Demokratik Toplum Kongresi’nin bu bağlamda değerlendirilebileceğini düşünebiliriz. Ancak DTK’nın çözüm önerilerinin toplumun diğer kesimlerinde destek görmemiş olması da çözüme ne kadar yakın olunduğu konusunda şüpheler uyandırmaktadır. Diğer partiler için düşünüldüğünde ise, daha henüz yeni anayasanın içerik olarak tartışılabilmiş olmadığını görüyoruz. Sorunun tespitine yönelik söylemlerin özellike CHP, MHP, DSP, SP, DP gibi partilerden gelmesine alışkınız. Bu partiler yeni anayasa yapımına sıcak baktıklarını her defasında belirtmelerine rağmen, yeni anayasaya ne tür bir yaklaşım getirebileceklerini, bu konudaki duruşlarını halka gösterebilmiş değiller. Sıcak gündem Libya olsa da önümüzdeki günlerde, seçimlerdeki oyun belirleyicisi böyle giderse yeni anayasa olmayacak gibi gözüküyor. 12 Eylül referandumu öncesinin bir benzerini yaşamak, “toplumsal mutabakat” “yeni anayasanın geniş tabana yayılması ve dayatmadan uzak olması” konuları bir 30 yıl sonrasının anayasasının meşruluğunu bize aynen bizim bugünkü anayasanın darbe anayasası olması doalyısıyla meşruluğunu sorgulattığı gibi kafalarımızı karıştıracaktır. Bunun özellikle, basın ve yayın tarihinde örnekleri çok olmuştur. Hatta 12 Eylül referandumu öncesi, birçok kesimin “evet” oyu vermesinin sebebini oluşturmuştur. Bugün bu anayasanın “toplumsal mutabakat”’tan yoksun olarak yenilenmesi, yarın öbür gün benzer sonuçları doğurabilecektir. Sonuç olarak, bu birkaç aylık süre içinde özellikle muhalefet partilerinin yeni anayasaya bakışlarının seçmen tarafından bilinmesi, hayati önem teşkil etmektedir.

İşte tam da böyle bir ortamda, TUSİAD’ın anayasa taslağını yayınlaması, tartışmaların gidişatını etkileyebildiği ölçüde önem arzedecektir. Çünkü, uzun süreden beri, sıfırdan bir anayasa yapmak için, çözüme yönelik atılan ilk adımlardandır. Umarım bu taslak sayesinde tartışmalar, siyasal partiler nezdine taşınabilir.

Tusiad’ın yaptığı anayasa taslağı, birçok çevrelerce, “onların ne haddine” “zenginlerin anayasası” dercesinde eleştiri aldı. Bu eleştirileri anlayabilmem açıkçası çok zor. Özellikle Cem BOYNER’in açıklamaları, -“memleketin bölünmesinden, bireyin mutluluğu daha iyidir.”- bu önyargıyla birlikte topa tutuldu. Ben, bu tür eleştirilere katılmadığımı belirtmek istiyorum. Çünkü, sendikalar, meslek birlikleri, bütün siyasal partiler, yeni bir anayasa hazırlığında belirleyici olmalıdır. Her türlü STK’nın bu konuda görüş bildirme hakkı vardır. Bugün DİSK, KESK, Barolar Birliği nasıl bir anayasa taslağı hazırlayabiliyorsa, TUSİAD, TOBB da hazırlayabilmelidir. Çünkü onların da anayasa konusundaki endişelerini bildirme hakları vardır. Zaten o yüzdendir ki “demokratik ülkelerde, vatandaş, STK’lara katıldığı müddetçe söz hakkına sahiptir” diyebiliyoruz. Ayrıca, yeni anayasa hazırlayacak olan kurucu meclisin, ne olursa olsun, toplumun tümünü kapsaması mümkün değildir. Olsa olsa, katılım oranı, seçimindeki oy oranına göre fazla olabilir. İşte bu katılımdaki eksikliği gidermenin bir numaralı yolu, bu tip taslaklardan geçmektedir. STK’lar olmadan bir anayasa yapmak, tepeden inme bir anayasa yapmaktan farksız olacaktır. Çünkü hiçbir siyasal iktidar, toplumun tümünü kapsayıcı, herkesi memnun eden bir anayasa yapamaz. Toplum için en iyi anayasa, tümdengelimden ziyade, tümevarım yönteminin izlenmesiyle gerçekleşebilir. Çoğulcu bir anayasa bu şekilde yapılabilir.

Taslağı incelemeye en başta neresinden başlayacağımı bilemedim. Ancak, Anayasa Hukuku derslerinden, 82 Anayasası’nı ilk önce değişmez hükümler çerçevesinde incelediğimizi hatırlıyorum. O kadar söylenecek şey var ki, sanırım bu incelemelerim bir kaç yazı alacak. Değişmez maddelerin durumuyla başlayalım.

1924 Anayasası’nda değişmez madde ilk maddeydi. Burada devletin şeklinin cumhuriyet olduğu söyleniyordu. Bu maddenin değişmez olduğuysa, 102. maddede belirtiliyordu. 61 Anayasası’nda da bir şey değişmedi. Tek fark, “devletin şeklinin cumhuriyet olduğu” birinci madde, 102 değil 9. maddeyle korunuyordu. Yani “değişmez hükmün bekçi’si” daha da yukarıya alınmıştı. Konu incelenirken, kronolojiye bakıldığında tam da burada atlanan bir konu var;

Anayasa Mahkemesi’nin 1970/1 esas sayılı davasının kararına bakıldığında Anayasa Mahkemesi’nin şu yorumu yaptığını görürüz.

1961 Anayasası, 9. maddesi ile bir değişmezlik ilkesi koymuştur. Bu maddeye göre (Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.)

Buradaki değişmezlik ilkesinin sadece (Cumhuriyet) sözcüğünü hedef almadığını söylemek bile fazladır. Yani Anayasa'da sadece (Cumhuriyet) sözcüğünün değişmezliğini kabul ederek onun dışındaki bütün ilke ve kuralların değişebileceğini düşünmenin Anayasa'nın bu ilkesi ile bağdaştırılması mümkün değildir. Zira 9. maddedeki değişmezlik ilkesinin amacının, Anayasa'nın 1., 2. maddelerinde ve 2. maddenin gönderme yaptığı başlangıç bölümünde yer alan temel ilkelerle niteliği belirtilmiş, "Cumhuriyet" sözcüğü ile ifade edilen Devlet sistemidir. Bir başka deyimle, 9. madde ile değişmezlik ilkesine bağlanan "Cumhuriyet" sözcüğü değil, yukarıda gösterilen Anayasa maddelerinde nitelikleri belirtilmiş olan Cumhuriyet rejimidir. Şu halde, sadece "Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup, bütün bu nitelikleri, hangi istikamette olursa olsun, tamamen veya kısmen değiştirme veya kaldırmak suretiyle 1961 Anayasasının ilkeleriyle bağdaşması mümkün olmayan bir başka rejimi meydana getirecek bir Anayasa değişikliğinin teklif ve kabul edilmesinin Anayasa'ya aykırı düşeceğinin, tartışmayı gerektirmiyecek derecede açık olduğu ortadadır.”

Peki 61 Anayasa’sı Md. 2, cumhuriyetin hangi niteliklerinden bahsetmekteydi?

1961 Anayasası Md. 2: Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

Görülüyor ki, Anayasa Mahkemesi, uygulamada cumhuriyet kavramının içini açarak, dokunulmazlık sınırını genişletmiş. Peki ilk defa o günlerde genişleyen bu sınır, hangi ilkeleri koruma altına almıştır. Teker teker sayalım...

· İnsan hakları

· Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan

· Milli demokratik

· Laik

· Sosyal devlet

· Hukuk devleti

Kuşkusuz anayasadan bu kavramları teker teker açıklamasını bekleyemeyiz. Ancak, gerek doktrinde, gerekse Anayasa Mahkemesi tarafından bu kavramlar açıklanmaya çalışılmıştır. Unutulmamalıdır ki, Anayasa Mahkemesi içtihatlarını değiştirebilmektedir. Bunun örneklerini görmekteyiz. Bu bakımdan Anayasa Mahkemesi bu konularda önceki içtihatlarıyla tartışmamıza ancak fikir verebilir.

Tartışmamız git gide 61 ve 82 Anayasalarının değişmez hükümleri çerçevesinde gelişiyor. Sanıyorum ki, bu iki karşılaştırmadan sonra, TUSİAD taslağını da değerlendirerek, bir sonuca varabileceğiz.

24’te ilk madde ve koruyan hüküm 102. madde,

61’de ilk madde koruyan hüküm 9. madde,

70’de AYM kararıyla ikinci madde, 9. madde kapsamına alınıyor.

82’de ise ilk üç madde, koruyan hüküm ise 4. madde...

Bu konudaki 61 ve 82 sürecini karşılaştırarak, kavramları teker teker sorgulayacağız.

82 Anayasası’nda 61’den farklı olarak ilk üç madde koruma alanına girmişti. Cumhuriyet’in niteliklerini düzenleyen 2. maddenin korunması 61 deki gibi AYM aracılığıyla değil, doğrudan 4. maddeyle korunmakla birlikte, 3. maddeye yapılan Milli Marş ve bayrak eklemeleriyle birlikte, bu maddede 4. madde kapsamına sokulmuştu.

Düz bir yorum yaparsak, gitgide değişmez maddelerin sayısının artıtğını ve bu değişmez maddelerin düzenlenişinin de önem kazandığını görmekteyiz. Ancak salt bu tespit kanaatimce cılız olacaktır. Daha dikkatli bakmak için, 82 Anayasası’nın ilk 3 maddesine bakalım ve 61’le karşılaştıralım.

I. Devletin şekli

MADDE 1.– Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

II. Cumhuriyetin nitelikleri

MADDE 2.– Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

III. Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti

MADDE 3.– Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.

Başkenti Ankara’dır.

Burada anlayışta dikkatinizi çekmek istediğim nokta, daha çok kavramların ne olduğu değil, maddelerin lafzı. Çünkü asıl fark buralarda gözüküyor. Asli kurucu iktidar arasındaki anlayış farklılıkları, maddeler ilk bakıldığında aynı gözükse bile, detaylara inildiğinde AYM’yi farklı içtihatlara yönlendirebilecek nitelikte. Bu bakımdan kanatimce risk teşkil ediyor. Madde madde inceleyecek olursak, şu tabloyu görebilmeliyiz.

61 Anayasası

Md. 2

82 Anayasası

Md. 2

· İnsan haklarına dayanan

· Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan

· Milli demokratik

· Laik

· Sosyal devlet

· Hukuk devleti

· İnsan haklarına saygılı

· Toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde

· Atatürk milliyetçiliğine bağlı

· Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan

· Demokratik

· Laik

· Sosyal devlet

· Hukuk devleti

Bakıldığında 61’den farklı olarak 82’de daha uzun bir 2. madde karşımıza çıkmakla beraber, bunun bir rastlantı olduğunu söylememiz sığ bakmak olurdu. 61 Anayasasında geçen “insan haklarına dayanan” lafzı, 82’deki “insan haklarına saygılı”ya kıyasla, insan haklarına daha saygılıdır. Çünkü insan haklarını doğrudan kabul etmektedir. Elbette, “insan haklarına saygılı” ibaresinden de aynı sonuca varabiliriz ancak, 82’de cumhuriyetin bu nitelikleri sayılırken, “toplumun huzurui milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde” ibaresiyle bu niteliklerin sınırlandırılabileceği izlenimine açık bir düzenleme olmadığını iddia edemeyiz. Elbette, çağdaş demokrasilerde insan hakları olmadan, gerek toplumun huzuru, gerek adalet anlayışı mümkün olamayacaksa da , milli dayanışma gibi bir kavram uygulamada devleti insan hakları ihlallerine yöneltebilir. İnsan haklarının uygulanması, devleti niyet sorgulamasına tabi tutmadan, kusursuz şekilde insan haklarının koruyucularının görevde olmasını gerekli kılar. Gerek yasama, gerek yürütmenin niyetleri ne olursa olsun, bir insan hakkının ihlaline mevcut düzen izin vermemelidir. İşte buradaki lafzi yorum da bu yüzden önem arz etmektedir.

82’de 61’den farklı olarak yeni kavramların koruma altına alındığını görüyoruz. Atatürk Milliyetçiliği, bunlardan biri. Aslına bakıldığında, başlangıç metninden iki anayasada da bu kavramlara ulaşabildiğimizden, “başlangıçta belirtilen temel ilkeler” ibaresi vasıtasıyla ulaşabilmeliyiz. Bu bakımdan 82’de bu ibarenin konulması sanıyorum ki dönemin siyasal ortamıyla alakalıydı. Çünkü 82 Anayasası sadece hukuki bir metin değil, aynı zamanda siyasal bir tepkiydi. Kimin tepkisi? Elbette ki halkın değil...

Yerinin geldiğini düşünerek hemen TUSİAD’ın taslağında ilgili konuya dönmek istiyorum. Taslakta, Atatürk’ün ideoloji unsuru olmasından çok, Atatürk’ün kişiliğine bir teşekkürle yetinilmesinin daha doğru olacağı söyleniyor. Katılıyorum. Çünkü, Atatürk ilke ve inkılapları, şu anki durum bakımından içi kolayca boşaltılabilecek kavramlardan oluşmakta. Bunun yerine Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, tamamen hukuki terimler kullanılarak bir anayasa hazırlanması taraftarıyım. Böylece, belki daha kazuistik, ancak daha hukuki bir metin elde edebiliriz.

82’nin 2. maddesindeki diğer nitelikler, 61’deki gibi aynen düzenlenmiş. Sosyal, laik bir hukuk devleti olma konuları...

Şimdi AYM’nin 70 yılında 61 Anayasası’nın 2. maddesinin md. 9 kapsamına alınması yönündeki yorumuyla, 82’deki md. 2’nin 61’den geniş olması dolayısıyla, farklı algılanması gerekiyor. Kanaatimce salt cumhuriyet kavramını korumak, Cumhuriyet kavramının içini boşaltmak olacaktır. AYM’nin bu içtihadı haklıdır. Doalyısıyla taslaktaki, sadece ilk maddenin korunması savına katılamayacağım. Bununla birlikte, laiklik, sosyal devlet ve hukuk devleti tanımlamaları da korunmalıdır ki, bir İslam Cumhuriyeti olmamız, engellenebilsin. Bu savı şöyle açalım isterseniz;

82 Anayasası’nda laiklik kavramının içi hangi düzenlemelerle doldurulmaktadır? 82 Anayasası’nın laiklik anlayışı nedir? Amacım bu sorulardan, laikliğin tanımına ulaşmaktır.

Md:24; Din ve Vicdan Hürriyeti

Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.

14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.

Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.

Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.

Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.

İlkokul bilgilerimizi bir sınayalım: Laiklik, din ve vicdan hürriyeti bağlamında din işleri ile devlet işlerinin birbirine karıştırılmamasıdır.

Gayet güzel bir tanım...

Ancak uygulamada öenmli bir eksik var. Dinin devlet işlerine karışmaması olarak algılanan laiklik, aynı zamanda devletin de din işlerine karışmaması olarak algılanırsa, 2. fıkra değişmez hükümlere ne derece aykırılık taşır? AİHM’nin kararı belli. Kesinlikle bunu aykırı olarak görmekte. Kaynağı da İHAS olduğuna göre, burada bir düzeltilmesi gereken yanlışlık var. Fakat bu, Laikliğin değişmez hükümlerden çıkarılmasını gerektirmez. Çağdaş medeniyetin kuşkusuz bir parçasıdır laiklik...

Ayrıca taslakta bu konuda katılmadığım nokta şu; 24. maddenin son fıkrasının kaldırılması, dinin devlet işlerine karışmasının önündeki engeli kaldıracaktır.

Elbette ki laiklik kavramının içini dolduran maddeler anayasamızda daha fazla var. Ancak burada değişmez madde olmasının zorunluluğunu anlatmak içim md:24 ‘ü yeterli görüyorum. İleriki yazılarımda din dersinin zorunluluğu ile ilgili olsun, Diyanet işleri Bşk. İle ilgili olsun bu konuya değineceğim.

Sosyal Devlet ilkesi de özellikle 20.yy’ın ikinci yarısından sonra, sıkça kullanılmaya başlayan kavramlardan biridir. Sosyal devlet ilkesi, ekonomik yönüyle gelir dağılımının adaletli sağlanması, kamu hizmetlerinin dağıtımı ve sosyal güvenlik bakımından, hak ve özgürlükler yönüyle de sosyal haklar bakımından önem arzetmektedir. Bugün bu ilkenin değişmez maddelerden çıkarılması ya da uygulanmasının tehlikeye girmesi, toplumda huzursuzluğa yol açacaktır.

Bir anayasa, Hukuk devleti’ni garanti altına almıyorsa, anayasa niteliği taşımaz. Çünkü genel anlamda, yaratılan normun bir üst norma uygunluğunun ve erkler ayrılığı prensibinin garantörü hukuk devleti olma ibaresidir. Bu ibarenin değişmez unsurlardan çıkarılması durumunda, anayasanın saygınlığı tehlikeye girebilir.

Son olarak, 61’den farklı olarak 82’de 3. madde de koruma altına alınmıştır. 61’de 3. madde devletin bütünlüğünü, resmi dilini ve başkentini düzenliyordu. 82 bu maddeye bayrağı ve milli marşını düzenlemekle kalmadı, bu maddeyi değişmez maddeler içine soktu.

Dönemin özellikleri dikkate alındığında, bayrağın ve milli marşın neden bu madde kapsamına alınıp, korunduğunu daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum. Öte yandan, başkentin, resmi dilin, devletin bütünlüğünün korunması konusunu tartışmaya açmak faydalı olacaktır.

Devletin bütünlüğü anlatılırken kullanılan söylemin, her iki anayasada da üniter devleti anlattığı görüşüne katılamayacağım. Üniter yapının bir zorunluluk olduğu görüşünde de değilim. Bu konuya da daha sonra değinilecektir.

Devletin başkentinin neresi olduğu tarihsel bir önem taşır. Hukuki açıdan, Ankara ya da başka bir yer olması devletin ikamesi için ne derece önem taşımaktadır? Bu konu tartışmaya açıktır.

3. maddede asıl değinilmesi gereken konu dil konusudur. Zira 61 Anayasası’nda “resmi dili Türkçedir” lafzı varken, 82 de bu “dili Türkçedir” şeklinde belirtilmiştir. Kanaatimce aynen insan hakları bahsinde olduğu gibi, bu iki söyleme şekli, farklı yorumlara yol açmaktadır. 82 Anayasası’ndaki söylemin, 61’e göre daha geniş bir söylem olduğu savunulabilir. Ben, diğer dillerin de toplum hayatında var olduğunun altını çizerek, resmi dilin Türkçe olması ibaresinin, ve resmi dil olmasının altının çizilmesinin, anayasada değişmez hükümler kapsamına alınması gerektiğini düşünüyorum. Somut örnekten gidecek olursak, bu bir mahkemenin Kürtçe savunma almasının önünü tıkamaz, ancak o mahkemenin Türkçe karar vermesini korur.

Bu uzun, ancak yarım kalmış yazının sonucu şudur;

Değişmez maddeler şu anki haliyle çok geniştir. İçerisinde bir çok hukuki olmayan kavramlar bulunmaktadır. Kesinlikle daraltılmalıdır. Ancak 1. maddeye kadar yapılacak bir daraltma, kesinlikle yanlış olacaktır. Yeni anayasanın şu andaki anlayışla düzenlenecek olması varsayımında, AYM’nin de içtihatlarıyla gereken niteliklerin koruma altına alması zordur. Bu tamamen tali kurucu iktidarın insiyatifine bırakılacaktır. Bu bakımdan, 2. madde daraltılarak, düzgün bir söylemle, değişmez hükümler içerisinde bırakılmalıdır.

Sağlıcakla kalın...

Mert ELEKÇİ

20 Mart 2011 Pazar

Bir çözümsüzlük Örneği Türkiye

Türkiye’nin özellikle 2004 yılından bugüne baktığımızdaki grafiğini çizersek, genel anlamda bir farklılaşma görmekteyiz. Özelllikle, 1995-2002 arasında uygulanan politikalarla kıyaslandığında farkedilen bu farklılaşmanın nedenlerini sorgulamak için, daha çok tarihsel süreci yorumlamaya çalışarak, bir yazı dizisi hazırlamayı düşünüyorum. Her haftanın bir günü daha da ilerleyerek, konuya olabildiğince geniş bir bakış açısıyla yaklaşmayı, olmuş olanın nedenlerini sorgulayarak, şu an olanları daha iyi kavratmaya çalışmayı, bu konuda kendi görüşlerimi belirtmeyi bir görev saymaktayım.

Uzun emek ürünü olacak olan bu yazılarımdaki görüşlere katılsanız da katılmasanız da, eleştirilerinize her zaman açık olduğumu belirtmek istiyorum. Yazı dizisinin başlığını, ulaşmaya çalıştığım sonuç açısından uygun buldum. Çünkü, öyle ya da böyle, Türkiye Siyaseti ve Türk Anayasa Hukuku’nun tarih sürecindeki tek ortak noktası, süreci belirleyen değişkenlerin, günümüze geldikçe birikerek çoğalmış olmasıdır. Son söyleyecek olduğum şeyi, en başta söylemek istiyorum;

Kanaatimce çözümsüzlüğün kaynağı, siyasi iktidarların ‘hukukun belirleyiciliğini kasten ya da bilmeyerek, sağlayamamış olmaları ve halka karşı yeterince dürüst olmamaları’dır.

Aslında bakıldığında, iç siyasetin belirleyicisini her zaman dış siyaset olarak düşünenlerin, bu tespitime binlerce antitez öne sürebileceği kanısındayım. Haklı oldukları varsayımında bile, demokrasinin tabandan, tepeye oluşacağına ve bununda meşru yollarla aklı selim bir şekilde yapılabileceğine inanan bir hukukçu olarak, inancımı kaybetmemek istememdir. Bu yüzden, yazı dizisinde karmaşık, açıklaması zor olayları açıklayabilmek için, iç nedenleri su yüzüne çıkarmayı tercih ediyorum.

Umarım, aydınlatıcı bir araştırma sunabileceğim,

Ve ilk yazımın başlığı;

Çok Partili Hayata Geçiş Öncesi Durum...

Sanırım, bu konuya başlarken, öncelikle Chp’nin o dönemki devrimi kökleştirme çalışmalarından bahsedilmelidir. 1938’de ‘İnönü’nün Chp’si’ tarafından devralınan devrim, bu dönemde İnönü tarafından kökleştirilemeye çalışılmıştır. O kadar ki, CHP bir kadro partisi olmasına rağmen, halka yayılmaya çalışmış, Köy Enstitüleri’nin faaliyetleri desteklenmiş, ve bu enstitüler bu kökleştirilme çerçevesinde yapılandırılmıştır. Ancak, bu kökleştirme çalışmaları, özellikle kırsal kesimdeki uygulamalarında sonuçsuz kalmaya başlamasıyla, ve bu enstitüler hakkında yapılan “komünist” yetiştirdiklerine dair propagandalar sayesinde sekteye uğratılmıştır. Bu propagandaların, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel aleyhine yapılması, ‘komünist’ likle suçlanan dönemin aydınlarının Bakanlık tarafından görevlendirilerek gözden uzak tutulmaya çalışılması, -ya da bu göreve atanan aydınlara o dönemde iftira atılmaya çalışılması, hangisini derseniz diyin,- Chp’nin halkın karşısındaki duruşunu zayıflattı.- Rahmetli Uğur Mumcu, bu propagandaları yapanların, 2. Dünya Savaşı’nda Almanların yanında savaşa girmemizi isteyen eski İttihatçılar olduğunu savunmaktadır. Yeri gelmişken söylemek istiyorum, bu tezler o kadar öteye gitmektedir ki,ona göre bu propagandayı yapanlar, ileriki dönemin ülkücü görüşünün mimarlarıdırlar. İsimlere bakıldığında Mumcu’nun haklı olabileceğini söylemeden geçemeyeceğim. İleriki yazılarda bu konudan da bahsedilecektir.-

Dönemin tasviri yapılırken, en çok sorgulanan olgu, CHP’nin o dönemde totaliter mi yoksa demokratik mi olduğudur. Bu bakımdan düşünüldüğünde, bir 2. Dünya Savaşı olgusunu göz ardı edemeyiz. Sıkıyönetim, savaş tehditi ve bununla bağlantılı olarak kötü giden ekonomik durum, devletiçi politikanın bu sebeplerden verim verememesi göz önüne alındığında, devrimi kökleştirme çalışmaları, devrimleri halka kabul ettirmenin sekteye uğramaması imkansızdır. Ancak şu da unutlmamalıdır ki, o dönemin yargı sisteminin bağımsızlığını sorgulamadan, döneme ışık tutmak mümkün değildir.

1924 Anayasa’sı doğruyu söylemek gerekirse, yargı bağımsızlığına sadece ‘sözde’ bir güvence sağlamaktaydı. Kararlar incelendiği vakit, insanların siyasi ideolojilerinden dolayı yargılandıklarını ya da özellikle devrime tehlike olarak görülen aydınları susturma eğilimleri olduğunu görmekteyiz. Buradan da ‘yasama yorumu’ ve ‘yasa yapma’ yetkisi elinde bulunan bir iktidarın etkisini görmekte olduğumuzu düşünüyorum. Öte yandan ittihatçılık, ırkçılık, komünizm gibi kavramların, devletin rejimine tehlike olarak görülmesiyle birlikte, Alman Nasyonalizm’inden ve Sovyet Komünizm’inden etkilenen görüş yandaşlarının kendi yayın organları aracılığıyla hakarete varan sözlerle ve ‘Vatan Hainliği’ suçlamalarıyla birbirlerini kötülemeleri, iki görüş yandaşları arasında nefrete sebep olmuş, suikast girişimlerinden tutun da, üniversitedeki öğrencilerin kavgalarına kadar, kan akmasına sebep olmuştur. Bu olaylar dönemin siyasetine önemli ölçüde yön vermiş, muhalefetin de oluşmasına kanaatimce zemin hazırlamıştır. – Okurlara Atsız- Sebahattin Ali davasını derinlemesine anlatan bir yazı ileride umarım sunabilirim. Ancak burada kısa kesmek zorundayım.-

Dönemin muhalefetinden bahsederken, aslında zikredilmesi gereken en önemli konu, bence toprak reformudur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında doğru İnönü’nün yapmaya çalıştığı em önemli işlerden biri olan toprak reformu, yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü sekteye uğrayan devrim sürecinin, eski desteğini ve eski gücünü kazanmak için uygulanmaya sokulmak istenen bir tamamlayıcısıdır. Çünkü, halkın söz sahibi olmasına dayanan demokratik bir sistemin yaratılması için gereken, halkın iradesini ortaya koyabilmesi için, ekonomik açıdan bütün sınıfların belirli bir düzeye erişmiş olmasıdır. Ancak, gerek parti üyeleri içindeki toprak ağaları, gerekse ekonomik açıdan liberalleşmeyi destekleyen diğer muhalefet tarafından, toprak reformu destek görmemiştir. Mecliste oluşan muhalefet (Menderes, Bayar, Koraltan, Köprülü...)

toprak reformu yasasının çıkmasını engellemişlerdir. O dönemde yasayı desteklemeyenlerin liberalizmi savunmaları, 50-60’ların Türkiye’sinin ekonomi politikasının belirleyicisi olacaktır.

Atatürk’ün çok partili sisteme bakışından olacak ki, dönemin CHP’si muhalefetin oluşmasını adeta desteklemiştir. O kadar ki, çok partili sisteme geçmeden önce oluşan muhalefetin etkisini, 43-50 yılları arasındaki politikalarında görmekteyiz. İnönü, ikinci bir partinin kurulması aşamasında karşı-devrimci olmadığına güvenerek, Celal Bayar’ı DP’yi kurmaya teşvik etmiştir. Bu teşvikler o dereceye varmıştır ki, Cumhurbaşkanı İnönü, 12 Temmuz Beyannamesi’nde CHP ve DP arasında tarafsız olacağını söylemiş, bu beyannameden sonra CHP’nin o dönemki birliğine ve iktidarına önemli ölçüde zarar vermek uğruna, kanaatimce gerekli olan bir açıklamada bulunmuştur. Dönemin Başbakanı Recep PEKER, bu beyannameden sonra, Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır. Chp’deki bu gerilim, DP’nin güçlenmesine katkıda bulunmuş, birçok Chp üyesinin DP’ye geçmesini sağlamıştır.

Buradaki siyasal çatışma, 60’lara kadar şu noktadan doğmaktaydı;

Bir tarafta bir şeyleri değiştirmeye çalışan, sosyal açıdan radikal bir Chp,-bir süre sonra bugün olduğu gibi değiştirebildiklerini korumaya çalışan bir konuma geçmiştir-

Diğer yanda ise, Chp’nin değiştirmeye çalıştıklarına korumacı yaklaşarak bir politik çizgide ilerlemeye çalışan DP... Burada sorunun patlama noktası, toprak reformu olmuştu...

Özetlemek gerekirse, çok partili hayata geçiş öncesi dönem, siyasi gerilimler ve 2. Dünya Savaşı’nın etkileriyle şekillenmiştir. Bir yandan, devrimi kökleştirmeye bir yandan aydın sınıflarda bu devrimi legal ya da illegal yollarla korumaya çalışan iktidar, ekonomik sorunlarla cebelleşirken, ideolojisi gereği çok partili hayata geçişi destekleyerek, Demokrat Parti’nin kurulması ve güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Bu değişkenleri değerlendirirken, iktidarın aydın kesimlere uyguladığı yukarıda bahsedilen özgürlük kısıtlamalarından doğan muhalefet açlığını DP’nin kuruluşundaki etkenleri sayarken unutmamak gerekir diye düşünüyorum.

Bir dahaki yazıda görüşmek dileğiyle...

Sağlıcakla kalın...

Mert ELEKÇİ

Mert.elekci@politikadergisi.com

14 Şubat 2011 Pazartesi

ana muhalefet-ön yargı

Başta CHP olmak üzere bütün muhalefet partileri, referandumdan beri iktidarın yargı reformu adı altında yaptığı değişiklikleri yargının bağımsızlığına bir müdahale olarak görmekteydi. Türk yargısının durumuna bakıldığında reform adı altında yapılan bu değişiklikleri bugüne kadar hiçbir şekilde uygun görmedim. Çünkü bu değişikliklerin yargının bağımsızlığına doğrudan müdahaleye imkan verdiğini düşünüyorum. Ancak yargı organlarımızın tek sorunu bağımsızlık değil. İş yükünün çok ağır olması da önemli bir sorun. İş yükünün çok ağır olmasından dolayı yargı süreci çok ağır ve niteliksiz işlemekte. O kadar ki, yandaş yargı yaratmaya çalışan kötü niyetli bir yürütmenin var olduğunu düşünsek bile, bu iktidarın iş yükünden memnun kalacağını söyleyemeyiz. Yani yargının bağımsızlığı sorunuyla bu iş yükü sorununu ve daha başka birçok problemi birbiriyle karıştırmamak gerekiyor. Şöyle ki;
Geçtiğimiz hafta itibariyle yürürlüğe giren 'Bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına dair kanun'un meclisten geçme ve cumhurbaşkanlığı tarafından onaylanma safhası hızlı sürdü. Kamuoyunda pek tartışılma zemini bulamadan yeni kanun resmi gazetede yayınlanmasıyla yürürlüğe girdi bile. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ve Ankara Barosu Başkanı Feyzioğlu'nun açıklamaları bu kanunun yürürlüğe girmesinde yavaşlatıcı bir rol oynamadı. Oysa ki Sn. Kılıçdaroğlu bu konuda çok iddialı konuşmuş ve bu yasayla yargının yürütmenin güdümüne gireceğini iddia etmişti. Geçtiğimiz pazartesi yürürlüğe giren 6110 sayılı kanunla Danıştay ve Yargıtay Kanunundaki değişiklikleri inceleyelim.

Yeni getirilen düzenlemelerle birlikte danıştayın mevcut daire sayısı 15'e ve yargıtayın mevcut daire sayısı 38'e cıkarılıyor.198 yeni hakim önümüzdeki aylarda seçimle atanacak. Bununla birlikte asıl önemli değişiklik önceden kanunla belirli olan işbölümünün her iki yüksek mahkemede de artık genel kurullarca düzenlenecek olması. Bu düzenlemeyle zaman dilimleri içerisinde iş yükü ağır olan dairelerin yüklerinin sorumluluklarının yükü hafif olan daireye genel kurulca oy birliği ile paylaştırılmak suretiyle dağıtılacak olması. Bu değişiklik dosya başına 3 dk düşen yüksek yargı organlarının iş yükünün daha dengeli biçimde dağıtılması suretiyle daha nitelikli işlemesine yardımcı olacak gibi. Ayrıca genel kurulların işleyişi de daha bir mantıki çerçeveye oturtulmuş. Genel kurula taşınan bir dosyayı daha önce inceleyen dairenin üyelerinin genel kurula katılması engelleniyor. Hakimlerin ve savcıların yanlış kararlarından dolayı ödenen tazminatı devlet hakim veya savcıdan rücu edebiliyor....

Öncelikle şunu belirtelim, bu yasa yargının sorunlarının tümünü birden çözecek değil! Ancak önemli bir sorunu çözmek için önemli bir adım gibi gözüküyor. Dünyanın en büyük yargıtayına sahip olmamız bir yana, bu yargıtayın sorunlarını, yargıtayı büyüterek çözümleyebileceğimiz anlamına gelmez. Yine de dediğim gibi önemli bir adım ve bu değişikliklerin yargının bağımsızlığına zarar verme durumu söz konusu değil. Yargının bağımsızlığıyla alakası yok. Zaten bu yüzden ki iktidarın yargı bağımsızlığı anlayışının tamamen karşısında olan ben bile bu değişiklikleri yararlı görüyorum. Yine de bir iyi niyet göstergesi olduğunu düşünmüyorum. Yani, bu değişikliklerin tek bir amacı var ve ister hükümeti destekleyin ister desteklemeyin ortak. Yargıtay ve danıştayın bir şekilde ülkemiz şartlarına ayak uydurması gerekiyor. şunu iyi anlamamız lazım;
Ne şekilde olursa olsun, ne kadar bağımsız ya da bağımlı olursa olsun, yargının diri olması gerekir. Bu değişiklikler de bunu gösterir niteliktedir. Yine de iş yükü sorununun çözülmesi için Yargıtay ve Danıştay'da yapılan deişikliklerle çözüleceğini söyleyemeyiz. Yerel mahkemelerimizin durumunun da iyi olmadığını söyleyebiliriz. İcra dairelerinin durumuysa içler acısı.

Bu son değişiklikler ve muhalif söylemler bize şunu sorgulatmalı;

Acaba iktidarın eylemlerini eleştirirken, muhalefetin bazı söylemlerini gözden mi kaçırıyoruz? Muhalefet söylemlerini daha mantıklı bir zemine oturtmadığı sürece, bu ülkede hiç kimsenin yanlışlarını tamamen kavrayamayız. Muhalefetten başka...