28 Aralık 2010 Salı

üşümek, rüzgara karşı...

Soğuktu, çok...
ıslatıyordu yağmur, az..
üşüyordum ,biraz...

iddialaşıyorduk denizle,
huzursuzdu, gitmemi istiyordu rüzgar..
rüzgar;
şu geldiği yönden alan ismini,
gittiği yön umursanmayan çoğu zaman,
ve her zamanki gibi adını bilmediğim...
yani bildiğimiz rüzgar;
bazı insanlar gibi,
geldiği yerden alan ismini,
kaderleri hiç umursanmayan,
ve adını bilmediğimiz..
ama aslında,
bildiğimiz insan!

o insanlar ki,
bildiğimiz rüzgar gibi,
farketmediğimiz,
farketmedikçe kuvvetlenen rüzgar gibi,
biz umursamadıkça,
içimizdeki insanı kemiren.

üşüyordum, biraz...
ıslatıyordu yağmur, az...
soğuktu, çok...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Özerk Kürt Devleti Talebi üzerine bir inceleme

Demokratik toplum kongresi son haftanın değil, kanaatimce son 3-4 yılın referandumdan sonraki en önemli olayıydı. Basında çıkan haberler ve köşe yazıları dikkate alındığında, konuya birçok farklı açıdan bakılsa da, zannedildiği üzere kamuoyundaki ortak görüş, sorunu tartışmaktan dolayı herkesin mutlu olduğu. Hükümet ise İmralı'yı koz olarak kullanmaya çalışırken ateşle oynadığının farkında değil. Kongre sonucunda çıkan 'özerklik modeli taslağı' Diyarbakır'dan çıkması beklenenden farklı değil. Zira BDP'nin son yıllardaki bütün taleplerine karşılık gelmekte. Sadece bu taslaktan yola çıkarak bile konu birçok başlığa bölünebilir. Şahsi görüşlerden olabildiğince kaçınarak, konuyu incelemeye çalışalım.

KONGRE...

Tabii olarak kongrenin hangi şartlar altında yapıldığını İstanbul'dan kestiremeyiz. Ancak kongreden çıkan kararların bir bildiri niteliği taşıdığı kesin. BDP için önümüzdeki günlerde bu 'bildiri' üzerinden siyaset yapacağını söyleyebiliriz. Kongreden çıkan Özerklik Modeli Taslağı'nı incelediğimde şu konular gözüme çarptı;

-Özerk Kürdistan
-Öz Savunma konusu
-Ekonomik kaynaklar
-Kürtçenin konumu
-Anayasal güvence

Özerk Kürdistan ve ekonomik kaynaklar

Kongreden çıkan taslağa göre, fikir babası Öcalan'ın kabul edildiği özerk kürdistan modeli, iç işlerinde bağımsız- ki bu ekonomik kaynakların yönetimini de kapsamakta- dışta da Ankara'ya bağımlı bir yönetimi öneriyor. Ortak vatan olgusuna vurgu yapılması gerektiğini, konunun bölücülük olarak algılanmaması gerektiğini söylüyor. Ancak detaylara inildiği takdirde hangi şartlar altında nasıl bir yönetim olacağını anlatmıyor. Taslak aşamasında bu kadar ses getiren bu model önerisi kürt sorununa ne derecede çözüm getirebilir tartışmalı. Kuşkusuz bu konuda farklı görüşler hakim. Ancak taslakta çizilen çerçevenin içine konulacak resmi henüz kimse düşünmemekte. -en azından bu konuda-

Ekonomik kaynaklar konusunda Kürdistan'ın bağımsız olması gerektiğine vurgu yapılıyor. Burada dikkat çeken üç nokta var. Birincisi, sorunun ekonomik boyutuna Kürtler hiç bu kadar derin bakmamıştı. İkincisi, özgürlüklerin, bağımsızlığın ve demokrasinin birinci derecede dinamiği olan ekonomik gücü kontrolü altına alan bir federe yapı, Ankara'ya ne derece bağlı olur?Üçüncüsü ekonomik anlamda, Ankara federe devlete ne derecede teşvikte bulunacak ya da ekonomik politikalarında ne derece serbest bırakacaktır?

Öz savunma konusu...

Taslağın ilgi çekici bir başka konu başlığı, öz savunma;

''Kürdistan halkı tarih boyunca dıştan gelen saldırılara karşı sürkeli kendini koruma mücadelesi vermiştir. Kürtler ilk işgalci ve istilacı güçlerin saldırısında günümüze kadar her türlü işgal ve saldırılara karşı varlığını korumak için öz savunma içinde olmuştur. Demokratik özerklik statüsünün kabul edildiği koşullarda öz savunma askeri tekel olarak değil, toplumun iç ve dış ihtiyaçlarına göre demokratik organların denetimi altında oluşturulabilir. Şehir, kasaba, mahalle ve köyde yaşayan tüm halklar faşist, gerici ve soykırımcı saldırılara karşı bilinçli ve duyarlı olur. Öz savunma esasında bu yönelimler karışısın da toplumsal direnişi ifade eder. Öz savunma uluslararası sözleşmeler ve BM tarafından da tanımlanan bir haktır."
Taslaktaki anlatım aynen yukarıdaki gibidir. BM şartı madde 51 ile öz savunma garanti altına alınmıştır. Ancak BM md. 51 BM üyelerinin öz savunma hakkını garanti etmektedir. Yani, somut durumda Özerk Kürdistan'ın meşru savunması mı yoksa Türkiye Cumhuriyeti'nin mi meşru savunması ön plana çıkacaktır? Konunun öz savunmayla bir alakası yoktur. Hiçbir federatif yapıda, federe devlet, federal devlete karşı BM şartı Md. 51'e göre öz savunma hakkını öne süremez. Öz savunma hakkı, Türkiye Cumhuriyeti gibi dışta bağımsız-yani özerk değil!- devletlerin yaşama hakkıdır. Yani gerek kurumsal yetkileri anlamında, gerek halkının özgürlükleri bağlamında bir meşru müdafaa hakkı verir. Oysa bir federe yapının, kurumsal yetkilerinin federal devlet tarafından ihlali durumunda BM Şartı Md. 51'e göre öz savunma hakkı öne sürmesi hukuki temellere dayanmaz. Kurumsal anlamda olduğu için, konu federal devletin iç işlerini ilgilendirir ve bir BM müdahalesi, federal devletin iç işlerine karışmak olur. Ancak bir federe devlet, halkının hak ve özgürlüklerine federal devlet tarafından yapılan müdahaleye dayanarak hakkını arayabilir. Bunun önü açıktır.

Bu konuda dikkatimi çeken bir başka nokta ise Özerk Kürdistan'ın kendine ait bir kolluk kuvvetleri olması durumunda huzurun daha kolay sağlanabileceği. Federe yapının kendine ait kolluk kuvvetleri olması düşünülebilir. Bu model çeşitli federal ülkelerde uygulanmaktadır. Ancak bir zorunluluk değildir. Durumun şartlarına göre belirlenmelidir.
Peki, durum buna ne kadar elverişli?
İlk aklıma gelen Pkk'nın bölgedeki etkinliği oldu. Böyle bir kolluk kuvvetinin var olması durumunda Pkk biter mi? Bir özerk devletin kurulması durumunda Pkk'nın da biteceğini söyleyen BDP bunun garantisini nasıl verebilir? Pkk Kürt hareketine sadık bir örgütmüdür? Yoksa bu hareketin arkasına mı saklanmaktadır? Eğer Pkk bu harekete sadık bir örgütse, kolluk kuvvetlerinin bünyesinde etkisi olacaktır. Ama değilse de bölgede bu kadar etkin olan bir terör örgütü varken böyle bir kolluk kuvveti yaratmak halkın güvenliği açısından ne derecede doğrudur?

Diğer bir konuda, özerk devlet kurulduğu bir durumda eğer kolluk kuvveti ayrı olursa, hangi yargı organlarına nasıl bağlı olacağı. Yani mahkemeler aynen devam edecek mi? Kanaatimce federal devlete geçiş olması durumunda yargı sistemimizi tümden değiştirmemiz gerekebilir. Mevcut yargı sisteminin içine federe devletin ayrı yargı sistemini adapte edebilirmiyiz? İki durumda da federal yargının, federe devletin yargısına karşı olan denetiminin hangi organlar tarafından ne şekilde yapılacağının belirlenmesi çok dikkat edilmesi gereken bir konu. Ayrıca resmi dil, Atatürk milliyetçiliği gibi konuların da bu konuyla doğrudan alakası var... Bu konular sonraki adım olarak görülmemeli.


Kürtçenin konumu ve anayasal güvence...

Resmi dilin sadece Türkçe olmasının, kamusal alanda Kürtçe kullanılamamasının tek engeli olan üniter yapı, bu taslakta federatif yapıyla aşılıyor. Aslında sorunun çözümüne yapılan federatif yaklaşımlar bu konuda temelleniyor. İkinci bir devlet yeni bir anayasa ve yeni bir anlayış getirir düşüncesi, türk-kürt meselesinde uzlaşma zemininden çok, birbirlerine sırt çevirerek iki kesiminde istediği şartlarda yönetilmesi için akılcı bir çözüm gibi gözüküyor. Yeni anayasayla Kürt kimliği, Kürt dili, Kürt kültürü federatif yapı içerisinde güvence altına alınıyor. Örneğin Resmi dil Türkçe ve Kürtçedir düşüncesi federe devlete benimsettiriliyor. Bu yolla anadilde eğitimin önü açılıyor. Taslaktaki en tutarlı maddeler sanıyorum ki şu son konuyla ilgili. Ancak diğer talepler ve somut durum göz önüne alındığında konunun o kadar da kolay olmadığı apaçık ortada.

Federal bir yapı düşünün,federe devlet;

İçte bağımsız, dışta bağımlı olacak, ekonomik anlamda kendi kaynaklarını istediği gibi kullanabilecek, kendine ait silahlı gücü olacak... Üstelik yargının başkente ne derece bağlı olacağı da meçhul...

Başımız daha çok ağrıyacak gibi...

ÖCALAN ve AKP!

Akp, Kürt açılımında Öcalan kartını oynamasıyla, bazı köşe yazarlarından olumlu tepki aldı. Öcalan'ı kontrol altında tutmaya çalışarak sürece istediği gibi yön vermeye çalışıyor. İmralı ise Diyarbakır'a vaazlar yağdırıyor. Ancak, uzun vadede, Öcalan yeniden başkan olacak gibi bir izlenim yaratmakta. Öcalan'ın cezası infaz edilen bir mahkum olduğu çoktan unutulmuş. Bu doğuda pkk'nın meşruiyetini arttırmakta. Öcalan'ın serbest bırakılması, uzun vadede gündeme gelebilir. Eğer ki federal yapıyı konuşacaksak, konuya PKK'yı safdışı bırakarak başlanmalıydı. Daha da kötüsü bugün PKK'yı kürtlerin savunucusu ilan eden aydın sayımız da az değil...

YARGITAYIN SORUŞTURMASI

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Kongre hakkında soruşturma başlattı. Bu soruşturmanın yanlış olduğunu düşünenler var. Kanaatimce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı görevini yapmaktadır. Kongrenin içeriği ve konusu düşünüldüğünde Yargıtayın durumu incelemesinin normal olduğu görüşündeyim. Soruşturma sonucuna göre, yargıtay hakkında gerekli eleştiri yapılabilir. Ancak şu aşamada yapılan eleştiriler, gereksiz ve yersizdir.

...

Çözüm yakın mı bilinmez ama, sorunun sistematik bir biçimde incelenmediği kesin. Türkler bölünmekten, Kürtlerse asimile olmaktan korkuyorlar. Duruma bakıldığında iki kesiminde endişeleri yerinde gibi gözüküyor. Tek ortak görüşse sonuca kansız gidilme isteği...

Saygılarımla...



15 Aralık 2010 Çarşamba

'Zampok eyin pi!'

2011 seçimlerinin ertesinde, yeni bir anayasa taslağı hazırlanacağını, iktidara aday olan tüm partiler vaadetmekte. Eğer gerçekleşirse, 1924 ten sonra ilk defa anayasamız kansız değişecek. Peki ne kadar hazırız?
Bunun ne kadar farkındayız bilmiyorum ama, halkın 'anayasa' kelimesinden duyduğu bıkkınlık ortada. 2010 referandumu, halkı önemli ölçüde yıprattı. Özellikle anayasanın teknik konuları üzerinde yapılan değişiklikler halkı bir bakıma özgürleşmekten soğuttu. 2011 seçimlerinde 'yeni anayasa' propagandası iktidara aday tüm partiler için bayat bir vaat olacakmış gibi. Özellikle 2007'den itibaren artık dilediğini yapabilme gücüne kavuşan AKP, 2011 seçimlerinden sonra 'yeni anayasa' yapma konusunda gerçekten samimiyse(ama n'olur 2010'daki gibi bir samimiyet olmasın) kendi kazdığı kuyuya düşme ihtimali oldukça yüksek. Bu yapacağı yeni anayasanın yürürlüğe girme usulüne göre AKP'nin meclis dışına atılması ihtimali var. Ancak sayın Başbakanımız, devlet başkanı sıfatını kazanmak uğruna bu riski göze alacaktır.

Muhtemel yeni anayasada getirilebilecek ya da getirilmesi gereken değişiklikleri başka bir yazımda ele almak istiyorum. Bu yazımda daha çok anayasayı değiştirirken kullanılması gereken usullere değineceğim.

2011 seçimlerinin sonucunu (eğer pornografik bir videosu yoksa) Tayyip Erdoğan'ın 2009'daki oy oranından çok daha az bir oy oranıyla kazanacağını düşünüyorum. (ve yine pornografik bir videosu yoksa ve ömrü yeterse) Necmettin Erbakan'ın partisi meclise girecek ya da %9 gibi bir oranla dışarıda kalacaktır. Öte yandan DSP, DP gibi AKP'ye karşıt görüşlü partilerin seçmenleri, partilerine güvenmedikleri için oylarını CHP ya da MHP'ye atacak dolayısıyla bu iki parti de meclise girecektir. BDP de eğer kapatılmazsa bence meclisteki rezervasyonunu şimdiden uyguladığı politikalarla yapmıştır.

Sanırım Ahtapot Paul yukarıdaki paragrafı okusaydı, bana hak verirdi. Neyse,

Meclise girecek olan partilere şöyle bir baktığımızda Necmettin Erbakan hariç diğer siyasilerin yeni anayasaya sıcak baktıklarını söyleyebiliriz. Dolayısıyla en azından yeni bir anayasa değişikliği hamlesini 2012'den itibaren izleyeceğiz.

Asıl değinmek istediğim nokta, yapılacak olan yeni anayasanın içeriği değil. Bir hukuk fakültesi öğrencisi olarak, kendi ellerimizle kansız bir şekilde yeni bir 82 anayasası yaratmaktan endişe duyuyorum. Ülkemizde Anayasa'nın yürürlüğe giriş biçimleri o derece önemlidir ki her anayasa yürürlüğe giriş yöntemindeki eksiklikler dolayısıyla kendi muhalifini doğurmuş ve senelerce aydın kesimin önemli bir bölümü at gözlüklerinden kurtulamamışlardır.
Anayasa değiştirme usullerine önceki yazımda değinmiştim. O yüzden konuyu fazla uzatmadan şahsımca 2011 seçimlerinden sonra eğer yeni bir anayasa yapılması konusunda anlaşılırsa 'SOMUT OLARAK' yapılması gereken şunlardır;
Aşağıdakiler yapılmadan yeni bir anayasa yapımına giremeyiz:
-Seçim barajı indirilmeli ki mecliste temsil edilen oran artsın. Bu yapılırsa toplumun siyasi sisteme olan güveni de artar.
-Toplum sakinleştirilmeli ve aklı selim söylemler, yapıcı eleştiriler medyada yer bulmalı
-Anayasa'nın değiştirilmesi aşaması, bütün hatlarıyla önceden belirlenmeli ve meclisten onay almalı.
-Anayasa taslakları en demokratik şartlarda hazırlanmalı.
-Anayasa değiştirilmesi aşaması uluslararası etkilerden uzak tutulmalı ancak AİHM gibi kuruluşların bakış açıları taslaklar hazırlanırken muhakkak nazara alınmalı.
-AB hukukunu ne derecede kabul edebileceğimiz gözden geçirilmeli.
yukarıdaki şartlar gerçekleştirdiği takdirde, yeni anayasa yapımı için daha somut adımlar atılabilir;
-Eski meclis kendisini feshetmeli, yeni seçim barajıyla yeni 'kurucu meclis' seçilmeli.
-Kurucu meclis aracılığıyla bir danışma komisyonu oluşturulmalı.
- Danışma komisyonunda taslaklardan yola çıkılarak yazılan maddeler, kurucu meclisçe tartışılmalı. gerekirse tekrar danışma komisyonunca yazılmalı.
-Maddeler son haliyle birlikte kurucu meclisçe onaylanmalı.
-Kurucu meclisçe onaylanan maddeler halk tarafından tamamını kapsayacak şekilde onaylanmalı. Onaylanmayla birlikte kurucu meclis kendini feshetmiş sayılmalı ve yeni meclis seçilerek, yeni anayasanın hükümlerine göre yeni bir cumhurbaşkanı seçimine gidilmeli.

Görüldüğü üzere yeni bir anayasa yapmak, zor ve pahalı bir iştir. Dolayısıyla bu işe girişen hükümetlerin güçleri buna yetebilmelidir. 2011 seçimlerinde yeni meclis, yukarıdaki aşamalardan birini dahi atladığı takdirde, isterse en mükemmel anayasayı yazmış olsun, o anayasayı sakat bırakacaktır. Bence duruma en öncelikle bu açıdan bakılmalıdır.

10 Aralık 2010 Cuma

hoşgörü politikası

Hukuk, somut olayları soyut genel-geçer kavramlar üzerine oturtmaya çalışarak bir şekilde en doğru düzeni sağlamaya çalışır. Bu düzeni sağlamanın yolu hukuk bilimine göre soyuttan somuta doğru bir yöntem izlemektir. yani soyut olan yasalar, somut olan olaylara yine yasadan daha somut olan genel hukuk ilkelerine göre uygulanacaktır. bunu yaparken çoğu zaman bir tümdengelim yöntemini takip ederek, çerçeveyi daraltacak, yetemediği noktalarda karar vericinin takdir yetkisine başvuracaktır. ancak şu da unutulmamalıdır ki bu süreç içerisinde hukuk biliminin en önemli sujesi insandır. yasalar ve genel hukuk ilkeleri düşünüldüğünde hukuk biliminin tek tipleştirmeye yönelik yöntemleri içerisinde barındırdığını söyleyebilirmiyiz?

elbetteki söyleyemeyiz ancak günümüzdeki hukuk sistemlerinin farklı olana bakış açıları neresinden bakarsanız bakın, temelde önemli bir yanlışı barındırmakta. elbette ki türkiye cumhuriyeti devleti yasaları bu yanlışlıklardan en uç noktada olanı. bize en yakın olandan başlayalım.

Türkiye nüfusunun yüzde 99'u müslüman olan laik demokratik bir hukuk devletidir. elbette ki anayasamızda böyle yazmamakta. zaten bu yazımın konusu da tam olarak bu...

Osmanlı imparatorluğu...

osmanlı halkını müslimler ve gayrimüslimler olmak üzere ikiye ayırabiliriz. devlet yönetimi tamamen bu esasa göre düzenlenmemiş miydi? halk dinlerine göre sınıflandırılmıştı. Buna rağmen Osmanlı imparatorluğunun 'gavur' lara hoşgörülü davrandığı tarihçiler tarafından hep söylenir. Zaten Osmanlı da bu yüzden yıkılmadı mı? yanlış anlamış olabilirsiniz konumuz asimile etmek falan değil. Evet Osmanlı İmparatorluğu gayrimüslimlere göstermiş olduğu hoşgörüden ötürü yıkılmıştır. çünkü osmanlının o dönemde yapmış olduğu bir hoşgörü politikası değil bir ötekileştirme politikasıdır. işte bu yüzdendir ki osmanlı'nın gayrimüslim diye adlandırdığı halk kesimi kendini hiçbir zaman osmanlı gibi hissetmedi. benzer hatalar bugün de yapılmakta...

Türkiye Cumhuriyeti...

Lozan.. Azınlık konusu yine gündemde. ruhban okulundan tutun da rum kesimin nüfus mübadelesine kadar. o gün dahi türkiye'de yaşayan farklı dinlerdeki, farklı ırklardaki vatandaşlarımızın haklarından, ancak bizim sorumlu olabileceğimizi öğrenememişiz. hala öyle bir bakış açısıyla bakıyoruz ki, müslüman ve türk olmayan herkesi azınlık zannediyoruz. öyleyse azınlık kimdir? çok basit. hiç bir üniter devlette azınlık diye bir kesim olamaz. evet o devlet çoğulcudur. çoğulcu olmayı azınlığın haklarını korumak olarak açıklarız. ama buradaki azınlık niceliğini subjektif niteliği bakımdan kazanmamakta. tersine fikirleri dolayısıyla bir objektif niteliğinden kaynaklanan nicelikteki azlıktan almakta. yani burada subjektif nicelikten algılamamız gereken o grubun 'dili, dini veya ırkı' olabilir.objektif nitelikse, sorunlara dayalı fikirleridir elbette. laik, sosyal,demokratik bir hukuk devleti bu şekildeki subjektif niceliklerle çoğulculuk bakımından ilgilenmemelidir. Bu konu dar anlamda çoğulculuğu içinde barındırsa da geniş anlamda niceliğine bakılmaksızın ve niteliği de göz ardı etmeksizin, Bireylerin devletiyle olan, yalnızca hukuki olarak değil aynı zamanda manevi olarak da vatandaşlık bağlarını güçlendirici bir biçimde çözüme kavuşturulmalıdır.
Uzuncası biraz karışık olsa da sanırım kısacası şu; bir vatandaşa subjektif nitelikleri dolayısıyla sahip olması gereken hakkı, bir devlet hediye etmez. o hakkı hakkı olana vermek devletin görevidir. çünkü ancak bu sayede insanlar, vatandaşlık bağıyla bağlı oldukları devleti, manen de sahiplenebilirler. yeter ki iki taraf da samimi olsun. bunu yalnızca devlet erkanımız değil, herşeyden önce halkımız öğrenmelidir.


9 Aralık 2010 Perşembe

mülkiyeli arkadaşlara tebrik mesajı

Konuşan insanı kimseler sevmez. Çok konuşan insanı kimse sevmez. Susmayan insanlardan herkes nefret eder. bu yüzden kimse konuşmaz, herkes kullanılır bu yüzden! yazmayı çok severiz ama yazdıklarımızı kimseye okutmayız mesela, dalga geçilir çünkü, gülerler!

Biz, Türk Gençleri, korkularımızla örüyoruz dünyamıza bütün duvarları. kendimize güven eksikliğimiz bundan. daha doğru düzgün konuşmayı öğrenmeden, üniversiteye gelince yazmayı öğretiyorlar, öğrendiğimizi sanıyoruz birkaç afili cümlelerle. fikirlerimizi kaybediyoruz konuşup paylaşmayarak, denemiyoruz bile onları anlatmayı.. fikirlerimizi rekabet ettiremiyoruz bir türlü. aklımıza geleni hemen uygulama çabamız alkışlanmaya değer tabiiki ancak eylemimiz sonucunu doğurmadan, o eylemi niye yaptığımızı unutuyoruz, birisi sorduğunda 'neden?' diye, cevap kendini saçma sonuçlarda bitiriyor. sonuç; hüsran içinde hüsran! neyi neden yaptığımızı bilmezsek, nereye gittiğimizi nasıl görebiliriz ki?

soğuk-sıcak

bu gece yağmur yağsın'ı dileyerek kapattım falımı,
bana bulut gönderen güneşten yağmur diledim dün gece..
uzun süredir beklerdim ben yağmur'u ama,
ilk kez istanbul'suz ve denizsiz diledim!

yalnız uyuyan bir adam gibi banktaki,
banktaki adam sıcak bir ev düşler uykusunda,
bense bol yağmurlu bir boğaz düşlerim sıcak yatağımda!