21 Şubat 2015 Cumartesi

Kabil'in ödülü...

Elimizde Habil'in kanı, Kabil aramızda dolaşıyor. Habil'in kanı bağırıyor, tükürüyor suratımıza, biz nefret peşinde, intikam peşinde, Kabil'in yolundan Habil için, bir başka Habil'i öldürmeye gidiyoruz. Kabil'e olan nefretimiz aslında bizi onun peşinde gitmeye zorlayan...

İlk katil Kabil'di. Son katil sen olmayacaksın; ama sen kendini daha haklı gördüğün her an, nefretinle beraber büyütüyorsun katlini de . Dünyadaki bütün iyilikler adına Habil'i öldürüp, affedilmeyi beklemek, ve dünyadaki bütün Kabil'leri öldürüp, takdir beklemek... İşte büyüdü nefretin, hak; ettiği yeri buldu. Bir can daha az, bin nefret daha fazla şimdi. Ne uğruna, hangi haklılık, hangi hak, hangi açlık? 

Ne ölen, ne öldüren; bir candan fazlası. Nefretin, şiddetin; seni, senin gibilerle birleştirmeye çağırdıkça hepimiz katil olduk, artık bütün Habil'ler katil, bütün katiller haklı. Geride bıraktığın tüm düşünceler; kanlı. Ölen değil, düşünceleri haklı. Öldüren değil, düşünceleri suçlu. 

İlk Habil'in kanı ellerimizde... Kim bilir belki Tanrı'nın Kabil'e verdiği ceza, ona verebileceği en iyi ödüldü aslında?

"Her kim Kabil'i öldürürse, ADALET yedi kat fazlasıyla onun üzerine olsun."

16 Ocak 2015 Cuma

Haklar için ne kadar ölçülü bir katlanma?

Özgürlük, yükümlülükleri ile birlikte mi? Kimin özgürlüğü? hangi yükümlülükler, hangi öncelikler? Bir haklar sıralamasının önemli bir sorunudur yükümlülükler. Gelin buna katlanma diyelim. Çünkü siyasal sistem içerisinde vatandaş veya daha öz bir kavram kullanmak gerekirse "insan"yükümlülükleri karşılığında mı özgürlüğe sahiptir, öncül nedir? sorusuna özgürlüğün vazgeçilmez, kuralın kendisi olduğuna yönelik cevap verebildiğimiz oranda karşımıza "yükümlülükler" den ziyade ikili bir "katlanma" ortaya çıkar. Bu ikili katlanma durumunın ilki özgürlük alanlarına ve haklara getirilen siyasal sistem tarafından "meşru" görülmüş olan ve de görülmeye de devam eden sınırlamalar oluşturur. Örneğin, yeşili katletmek uğruna mülkiyetinizi kullanamayacağınız veya kendinizi ifade etmek uğruna şiddet kullanamayacağınız gibi. Burada "uğruna" kurulan dengelerin en temel belirleyici kriterlerinden olan "ölçülülük" ilkesinin, bize hak veya özgürlüğün kullanımı için yol göstermesinin ötesinde, siyasal sistem içerisinde devletin yönetim anlayışı olarak değerler dengesinde kartını hangi değere oynadığı konusunda da turnusol görevi gördüğü söylenebilir.

İkinci katlanma durumu ise hukuki bağ olarak özgürlük ve hak alanından daha bağımsız gözükse de hak ve özgürlüklerin güvencesi olan devlet erkleri toplamının işleyişi için en temel kaynak olan insana ama daha çok vatandaşa yöneltilen "ödevler"dir. Mantık basit işlemektedir, devletin egemenliği altında kendini var eden, özgürlük alanları içerisinde hareket alanı bulan ve haklarını devlet güvencesi içerisinde talep edebilen  her insan bu ödevlere katlanmalıdır. Devlet güvencesi için her insan bu ödevleri yerine getirmeye katlanmalıdır. Örneğin güvenlik hakkı için bir kolluğa, kolluğun görevini yerine getirebilmesi için ise ikili bir katlanmaya şart vardır. Birinci katlanma yukarıda bahsettiğimiz özgürlük sınırlamasıdır; örneğin güvenlik hakkı bakımından buna örnek olarak önleyici aramalar gösterilebilir. Vatandaş veya insan; güvenli bir şekilde yaşamak için ölçülü bir şekilde uygulanan her türlü önleyici aramaya katlanmak durumundadır.  İkinci katlanma da "ödev" dir. Örnekten gidecek olursak, kolluk kamu güvenliğini gerçekleştirmek için mali yük oluşturmakta, bu mali yük ise güvenlik hakkının sujesi olan vatandaş veya insan tarafından ödenen vergiler ile karşılanmaktadır.

Bu iki katlanma durumunun özgürlük alanlarına ve hakların talep edilebilirliğine etkisi ne olacaktır? Örneğin, ilk katlanma durumu olarak yukarıda bahsettiğim "sınırlamalar" özgürlüğün kullanılmasını veya hakların talep edilebilirliğini yok edebilir, daraltabilir. Örneğin; genel sağlığın tehlikede olduğu bir durumda bir kişinin karantinaya alınması onun özgürlük hakkını yok eder. Bir siyasetçiye karşı hakaret de içeren bir söylemin ifade sahibinin eleştirme hakkı kapsamında görülmesi, siyasetçinin özel yaşama saygı hakkını daraltacaktır.

İkinci katlanma durumu olan "ödev"lerin hak ve özgürlüklere etkisi ne olacaktır? Siyasal sistem tarafından vatandaşa veya insana,  katlanma zorunluluğu getirilen ödevler, hiç kuşkusuz birinci katlanmada olduğunun aksine hak ve özgürlüklerden bağımsız düşünülmelidir. Bu bağımsızlık ödevlerin yerine getirilmemesinin hak ve özgürlüklere müdahale için meşru bir sebep oluşturmaması anlamına gelir. Siyasal sistem içerisinde meşru bir şekilde öngörülmüş ödevlerin yerine getirilmemesi hak ve özgürlükleri "doğrudan" yok etmemeli veya daraltmamalıdır. Ancak kişi açısından sonuç doğuran ekonomik haklara dolaylı bir şekilde müdahale oluşturması, bu ödevlerin yerine getirilmemesinin yaptırımlarının zorunlu olmasından ve  yaptırımların "mali" yapısından doğar. Yine de bu ödevlerin yerine getirilmemesine hiç bir şekilde ekonomik olmayan yaptırım öngörülmemelidir. Örneğin, bir meslek odasına aidatını ödemeyen bir mimarın, meslek odasından ihracı mesleğını yapamamasına neden olacak, bu durum da mimarın özel yaşamına saygı hakkına veya çalışma hakkına müdahale oluşturacaktır. Öte yandan bu ihraç,  mimarın yaşamını devam ettirebilmesi açısından "sosyal devlet" ile de ters düşer.Bu müdahale sosyal güvenlik hakkı bakımından da olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Oysa ki, meslek odasına ödenmesi gereken aidat alacağı bir amme alacağı niteliğindedir ve yaptırımı da Amme alacağının tahsiline ilişkin mevzuat tarafından zaten ekonomik biçimde öngörülmüştür. (özel faiz oranı, gecikme zammı vs. öngörülmesi) Böyle bir durumda aidatını ödemeyen bir mimarın meslekten atılıyor olması, ödevini yerine getirmemesi ile bunun yaptırımı arasında bir ölçüsüzlüğe yol açmaktadır. Başka bir deyişle -ilk paragrafa atfen- siyasal sistemin böyle bir durumda meslekten çıkarmayı öngörüyor olması sistemin kartını kişinin mesleğini yapması ile ilgili olan bütün haklara oynamadığını, bu haklara ne kadar önem verdiğini gösterir. Oysa ki bırakın meslekten çıkarmayı, amme alacağının tahsili bile olsa, bu alacağın tahsili için yapılacak her türlü müdahale dahi ölçülü olmak zorundadır.

Daha vurucu bir örnekle devam edelim;

Askerlik veya benzeri şekilde bir kamu görevinin yürütülmesi ödevi. Aynı şekilde bu durumda da kişi askerlik ödevini yerine getirmemesi durumunda sistem bunu bir suç olarak atfetmiş, bunun için hapis cezası öngörmüştür. (Bana sorarsanız bu türden bir katlanmanın öngörülüyor olması dahi "zorla çalıştırma yasağı" nı ihlal etmektedir. İHAS'ta bu konuda düzenlenen sınırlama sebepleri malesef bu konuda aksini söylemektedir.) Bir an için meşruluğunu kabul etsek(m) dahi aynı şekilde bu katlanma da devlet sistemine ekonomik bir yarar getirmesi maksadı ile düzenlenmiştir. En basit ifadesi ile devlet organlarına bir iş gücü sağlamakta, ekonomik bir yarar getirmektedir. -bu konuda mahkumların çalıştırılmasının amaçları bu kapsamdan ayrı düşünülmelidir- Yani kolluğun görevini yerine getirirken mali yükünü hafifletmek uğruna ödenen vergiler ile devlete iş gücü sağlamak amacıyla vatandaşlarını askere alması veya kamu hizmetinde çalıştırması aynı kapsamda düşünülmelidir. (Öte yandan "vatana bağlılık" "milli değerler" gibi her türlü meşrulaştırma zaten ilk olarak subjektif olmasından, ikinci olarak da bu değerlere sahip olmayan vatandaşların kötü vatandaş olarak görülmesinin sakıncalı olmasından ötürü dikkate değer bile değildir.)  Bu türden bir katlanmaya karşı özgürlüğü kısıtlayıcı ceza veriliyor olması, özgürlük hakkının özüne dokunan bir durumdur. Burada yine devletin ölçülülük ilkesini uygularken kartını hangi değerlere oynadığını bir kez daha görüyoruz.

Bir başka örnek de seçme hakkının aynı zamanda bir ödev olarak da düzenlenmesi. Bildiğiniz gibi devlet bu hakkın kullanılmamasını bir ödevin yerine getirilmemesi olarak görmekte ve oy kullanmayan vatandaşlara bir para cezası verilmesi öngörülmekte. Burada oy kullanma eyleminin kapsamı, demokratik katılımdır. Yani vatandaş, yönetime katılım alanı olarak seçimi görmek zorundadır. Oysa ki seçme, yani oy kullanma aynı zamanda bir ifadedir de. Basit mantıkla, konuşma konuşmama özgürlüğünü de kapsayacağına göre, veya seyehat etme, etmeme özgürlüğünü, ya da inanma inanmama hakkını da kapsadığına göre, seçme neden seçmeme hakkını kapsamamaktadır?  Seçimlerde katılım oranı meşruiyet açısından önemli bir kıstas ise siyasal sistem, vatandaşa seçimi zorunlu kılmakta, bunun da ötesinde seçimi ve onun sonucunu vatandaşına zorla meşru kıldırmaktadır. Siyasal sistem içinde vatandaş, kendisine herhangi bir siyasetçiyi yakın hissetmiyorsa buna tepki koymasını yasaklamaktadır. -Veya bu tepkiye mali olarak bir değer biçmektedir- Yine bu durumunda da ölçülülük ilkesi bakımından devletin kartını hangi değer için oynadığını gösteren önemli bir örnektir.

Bu örnekler arttırılabilir, her siyasi sistem veya her devlet yapısı için hem de. Yine de ölçülülük ilkesinin o kadar da ölçülü olmadığı durumlarda bu katlanmalar arasında ikili bir ayrım yapmak, hukuk devletinin daha etkili bir haklar sistemi yürütebilmesi açısından kanaatimce çok önem taşımaktadır.

10 Mart 2014 Pazartesi

Bireysel Başvuru üzerine bir eleştiri.

2010 Anayasa değişiklikleri...

Hatırlayalım nelere itiraz etmiştik(m)

Yasama ve yürütme organına hakim bir siyasi eğilim, ülkenin yargı yapılanmasını değiştirmekle kalmıyor, bu yapılanma ile yargının siyasi erklerden bağımsızlığını sağlanmayı bırakın, mevcut iktidar, iktidarını pekiştireceğini önceden bildiğimiz (şimdi daha iyi anladığımız) yöntemlerle üst yargı organlarının üyelerini tek bir kalemde atayabiliyordu. Nitekim devamı paralel vs.

Ya Bireysel Başvuru?

Çok teknik bir problem vardı daha en başında. Bunu bir tek biz söylüyorduk o zaman. (Övünmek gibi olmasın Bkz: İkarusDergi S.2. Prof. Dr. Osman Doğru Röportajı) Aldığımız cevap da tekti aslında: Durun bakalım, bu bir ilerlemedir, bundan sonrası için çıkacak kararlara bakmak gerekir. Neyeydi itirazımız:

Tamam, yürütme ve yargı erklerinin yanlış uygulamalarından kaynaklanan ve demokratik toplumda gerekliliği savunulamayacak müdahaleler ihlal oluşturacak, AYM ilgili mahkemesine gereği yapılması için gönderecek ve gereği elbet yapılacak.

Sorun şurada; Bu ihlal uygulamadan değil, bizzat meclisin yasama işleminden, yani soyut yasanın bizzat kendisinden kaynaklanıyorsa o zaman ne olacak? Misal Kentsel Dönüşüm Yasası'nı düşünelim. Misal; Sendikalar Kanunu'nu... AYM'ye bireysel başvuru yolu ile ilgili gelen somut olaydaki ihlal bizzat bu yasanın bir bölümünden kaynaklanıyorsa?

Cevap basit gibi duruyor: AYM ihlal verecek. Gereğinin yapılması için Mahkeme'ye gönderecek. Mahkeme hala o yasa ulusal mevzuatta varlığını korur iken gereğini yapabilecek mi?

Sevim Akat davasında AYM, Sevim Akat'ın yalnızca evlenmeden önceki soyadını kullanması için Fatih 2. Aile Mahkemesi'ne başvurusunun reddedilmesi ile ilgili olarak, başvurucunun özel yaşam hakkının ihlal edildiğini belirtti. Gereğinin yapılması için dosyayı Fatih 2. Aile Mahkemesi'ne geri gönderdi.

Haberleri takip ettim ama bulamadım. Ancak mevzuat gereğince Fatih 2. Aile Mahkemesi bu karara uygun davranmak zorunda. Yani Sevim Akat'ın başvurusu kabul edilmek zorunda. (Belki de edilmiştir.) Ama Türk Medeni Kanunu'nda kadının kocasının soyadını kullanacağına dair açık bir hüküm varken, Fatih 2. Aile Mahkemesi Anayasa Mahkemesi'nin kararına uyup, başvurucunun talebini kabul ederse AYM kararı ile yasayı ezmiş olmuyor mu?

Aslında başta oluyor gibi dursa da, Anayasa'nın 90. Maddesi bir çıkış sağlıyor gibi gözüküyor. Fakat bu maddenin yerel içtihatlarda uygulama alanı dar ki, bu tür uyuşmazlıklarda böyle ihlal kararlarının emsal teşkil edebileceği henüz kimsenin aklından geçemiyor.

Öte yandan, 90. Madde yalnızca usulüne göre yürürlüğe girmiş İnsan Hakları sözleşmelerini kanundan üstün tutuyor. Yani bu durumda, bu sözleşmelerin uygulamalarını (İHAM uygulamaları) doğrudan emsal kabul edip de bu emsalleri bireysel başvuru ve yerel mahkeme içtihatlarında 'doğrudan' yani 'bireysel başvurusuz' ve mevcut yasayı gözardı ederek kullanmak, meşruiyet açısından büyük problem yaratabilir. Hatta yerine göre yargı yasama üzerinde bir yetki gaspı oluşturabilir.

Bu problemin kaynağı aslında benim 'AYM nin yeni yapısının iki yüzlülüğü' olarak tanımladığım bir düzenlemesinden geçiyor.

İhlale sebep yasa hükmü, meclisteki milletvekilleri aracılığıyla veya sonradan mahkemeler yoluyla iptal davasına konu edilebilirken, bireysel başvurucunun başvurusu bakımından iptale konu edilemiyor. Yani, Sevim Akat davasından örnek gösterirsek, olayda Sevim Akat kocasının soyadını kullanma zorunluluğundan kurtuluyor, ancak benzer bir başka olayda tekrar bireysel başvuru yoluna gidilmesi gerekiyor. Daha olumlu bir öngörüyle ikinci davada mahkeme yasanın anayasaya ciddi aykırılığını doğrudan AYM'de ileri sürüyor. Daha sonraki ihlallerin önüne ancak bu şekilde geçilebiliyor.

Ancak bu sürecin uzunluğu ve bu süredeki ihlallerden doğan zararların yoğunluğu fazla olduğu zaman, (Örneğin Kentsel Dönüşüm Yasası, Sendikalar Yasası vb.) bu durum bireysel başvuruyu amacından saptıracaktır. Sadece AİHM'den önce yolu uzatmak için devletin koyduğu bir engel olarak kalacaktır. Bireysel başvuru davacılarının ileri sürdüğü ihlallerin doğrudan yasadan kaynaklanması durumunda bu yasanın anında ihlali davacılar tarafından ileri sürülebilmelidir ki, bireysel başvuru ihlallerin tazmininden öte engellenmesi için de etkili bir yol olabilsin.  





9 Kasım 2012 Cuma

Marmara Hukuk'un Seçimi: 2 Kazanan 1 Kaybeden

Sen; Marmara Hukuk'lu! Bilemiyorum bugün icra-iflas'tan başını kaldırıp oyunu kullandın mı? Fark et! Bugün senin gibi olanların tamamının yalnızca 1/10'unun oyunu alan birisi, seni belki de yüzünü bile görmediğin dekanına, rektörüne, saat 16:00'da kapısını kilitleyen öğrenci işlerine karşı -belki de onların yanında, kimbilir- temsil edecek. Bugün Farazi Mahkeme Salonu'nun yerini öğrenenler; sevinin.Cümlemize hayırlı olsun!

Her kareli gömleği giyip, boynuna fotoğraf makinesi takıp da elinde not defteriyle dolaşanı haberci sanmayın ama benim bugün bir tek basın kartım eksikti, Allah'tan onu da sormadılar -sağolsunlar- Marmara Hukuk seçim yapar da, İkarus orada olmaz mı! Oradaydım. Aslında neydi? bunu biraz anlatabilirsem, ne mutlu bana...

Gün Haydarpaşa Kampüsü için gayet sakin de başlamıştı aslında, ancak okulun girişindeki rengarenk afişleri gördüğünüzde kimin sempozyumu olduğunu merak ederdiniz, görseydiniz. 3 farklı aday, 3 farklı slogan, 3 farklı bakış açısı... Marmara Hukuk renkli bir seçimi geride bıraktı. Ancak ortada bir sürü soru işareti ve dedikodu ortada kaldı. Tamamen kendi gözümden aktardığım 3 adayın profiline gelince:

Ali : hepimizin bildiği gibi Cen-ART'ın sahibi olan Ali Açıkgöz, okuldaki tanınırlığını da sattığı ders notlarına borçlu. Önemli vaatlerle katıldı seçime. Örneğin her sınıfın temsilcilerinden bir meclis yaratıp kararlarını buna göre alacağını söylüyor. Benim gibi 4 senedir bu okulun kahrını çekiyorsanız, böyle bir vaadin ne kadar gerçekleştirilmesi zor bir vaat olduğunu bilirsiniz. Öte yandan seçim kampanyasını 'bir grubun' karşısına geçerek yürüttüğünü biraz facebook takip eden herkes biliyor. Bilmiyor olabileceğiniz ise Ali'nin afişlerinden neredeyse duvarlarda yer kalmadığı. Afişlerin kalitesi gerçekten göz doldurdu.Sorduğumda Ali afişler için para ödemediğini söyledi. Bütün bunlara rağmen, Cen-ART gibi bir background'a sahip Ali'nin vaatlerini gerçekleştirmek konusunda seçmenleri inandırabildiği gün boyunca dikkatimi çeken en önemli şeylerden biriydi.

Sinan SARI: Hepimiz Ali Nadir DÖNMEZ'i biliyoruz. Eski fakülte temsilcimiz Ali Nadir DÖNMEZ'den ne kadar memnundunuz bilemem ama Sinan SARI her ne kadar sorduğumda reddetse de Ali Nadir'in 2. sınıftaki adaylık günlerini görüntüsüyle hatırlatmadı değil. Ali Nadir'in aday olmamasının nedeninin ise temsilciliğini Sinan'a devretmek istemesi olduğunu söylememe gerek yok sanıyorum. Kulağımla duymadım ancak, bunu söylemeyen yok. Bu yüzden Ali Nadir'le benzer bir ekip olduğu görüntüsünü uyandırdı gözümde.  Ali Nadir'den daha farklı bir çizgisi olduğu izlenimi de yaratmadı bende. Afişler konusunda Ali kadar alengirli olmasa da Sinan tek tip afiş kullanmakla yetinmiş ve üzerinde slogandan ziyade vaatler ön planda. Sınav sonuçlarının bys aracılığı ile smsle bildirilmesi, talep edilmesi halinde sınav kağıtlarımızın Bys'de yayınlanması çok ciddi, Ali'ninki gibi  zor vaatler olsa da Sinan'ın arkasındaki gücü düşündüğümüzde gerçekleştirilemeyecek işler değil.

Ömer Can AGİN: Afişleri incelerken burada bir aday daha varmış diyorsunuz. Dikkatli bakmazsanız duvarlarda farkedemeyebilirsiniz. Ömer'e sorduğunuzda bunun çeşitli mantıklı nedenlerini öne sürebiliyor. Zira    afişindeki notta da belirttiği gibi, 'ben sadece bir öğrenciyim, ne bir tacirim, ne de arkamda bir güç var, o kadar afiş bastıracak para da yok' demeye getiriyor. Bir yandan sınavlar, bir yandan seçimler, bir yandan imkansızlık gibi nedenler... Sabah 10'dan akşam seçimler bitene kadar seçimin yapıldığı yerde olduğumu ve Ömer'le ancak öğleden sonra 2 gibi tanışma fırsatımız olduğunu size söylesem Ömer'in gün boyunca çok yoğun olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak durum öyle değil... Bütün gün 'kim bu 3. aday' diye ortalarda dolaştım. tamam belki benim de hatam olabilir, ancak Ömer'in kim olduğunu bulmakta hayli zorlandım. Ali ve Sinan gibi iki güçlü adayın yanında bir şansı olduğunu kendisi bile düşünmemiş elbette ama kendisine sorduğumda ilk dediği şey, 'amacım en azından farkındalık yaratabilmek' demesi seçime olan bakış açısını oldukça özetliyor. Elbette belli vaatlerle gelmiş ama benim gözümde vaatlerinden çok seçime olan bakış açısıyla yer etti. Kendisiyle tanışmadan önce açıkçası namı gelmişti kulağıma. Bir sürü ithamlara maruz kalmış. Hiçbirisiyle alakası olmadığını söylüyor. Bana kalırsa haklılık payı var, çünkü kimse aynı anda o kadar şey birden olamaz. Kazanamayacağının farkında ama ne yaptığını bilen bir izlenim bıraktı bende. Günün en çok eğlenen isimlerinden biri olduğuna eminim. Ömer özellikle yazmamı istedi, bana da haklı geldi açıkçası. Afişler asılırken Ömer üzerinde kabaca ' okul güvenlik güçlerinin evi değildir, öğrencilerin evidir. evimize aranarak girmek istemiyoruz' diye bir afiş asmak istemiş. Okul izin vermemiş. Yorum sizin...

Şimdi yukarıda kısaca anlattım gözlemlerimi. Tahmin edebiliyor musunuz kime oy verdiğimi bilmiyorum ama, en samimi şekliyle anlatmak istedim. Duyduğum bir iki dedikodu var, söyleyip söylememek konusunda da kararsızım açıkçası. Neyse ben söyleyeyim de kulağıma geleni, adaylar her zaman bu merciden cevap vermek hakkına sahipler.

şimdi ilkini gözümle gördüm. Yani bizzat telefondan gördüm. Şoka uğramadım dürüst olmak gerekirse... 'Yarınki fakülte temsilcisi seçiminde adayımız Sinan Sarı'dır. seçim saati....' diye bir sms gelmiş bir arkadaşa. Öte yandan bazı noktalardan Sinan Sarı'ya oy verilmesi için otobüs kaldırıldığı söylentisi geldi kulağıma. Düşünebiliyor musunuz gücü? Bir öğrencinin elindeki güç mü? yoksa bir öğrenciye sahip olan bir güçten mi bahsediyoruz? her iki ihtimalde de hem siyasi, hem maddi, hem de manevi bir güç olmalı ki böyle bir organizasyon yapılabilsin gibi geliyor bana. İdrak edebildiğim bir güç değil açıkçası...

Öte yandan, Ali Açıkgöz'le ilgili duyduğum bir söylenti... Ali'nin bu konuyla nasıl bir bağlantısı var bilemiyorum. Ancak, Atatürkçü Düşünce Kulübü'nün üyelerine desteklediği adayın Ali Açıkgöz olduğuna dair bir SMS attığına dair bir söylenti kulağıma geldi. Sanıyorum ki bir tek benim de kulağıma gelmemiş. O yüzden bu konunun açıklığa kavuşmasında fayda var diye düşünüyorum. Ayrıca Ali'nin afişlere neden para vermediğini de merak etmiyor değilim...

Ömer hakkında da TKP'yle bağlantısı olduğu, terör örgütü yandaşı olduğu gibi şeyler söylendi. Ancak bunu Ömer'e sorma fırsatı bulduğumda Ömer kesinlikle böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını söyledi.

Seçim sonuçları açıklandığındaysa fotoğraf çok netti. Seçimin iki kazananı bir kaybedeni vardı.

Ali kazandı; çünkü bir söz daha verdi ve tekrar başardı...

Ömer kazandı; çünkü 104 adam daha kendisi gibi düşünüyor...

Sinan kaybetti; çünkü onun geleneğinden gelenler henüz sosyal medyanın farkında değiller...

Şimdi alt alta yazıp, topladığımızda... Bu kadar söylentinin hiçbirinin gerçek olmadığını varsaysak bile, diyebilir miyiz ki temiz bir seçim geçirdik? Yine de diyemeyiz. Neden? Bizim yüzümüzden. Bütün okulun yaklaşık yüzde 12'sini alan bir adayın, hepimizin temsilcisi olması ne Ali'nin ne Sinan'ın ne de Ömer'in suçu. Biz Marmara Hukuk öğrencileri olarak, artık farkına varmadıkça bir şeylerin, birkaçyüz öğrencinin çalıp diğerlerinin oynatıldığı bir topluluk olarak kalmaya devam edeceğiz. Umuyorum ki bugün, Ali'nin parlak afişlerinde vaadettiği gibi değişimin başlangıcıdır. Tersi olması durumunda, Ali'ye oy veren yüzlerce öğrencinin nefesi Ali'nin ve Cen-Art'ın ensesini terletecek. Bu bakımdan bu yazı Ali'ye karşı bir tehdit değil belki ama küçük bir uyarıyla sonlanıyor. Sonuç ne olursa olsun, bu seçimlerden hepimizin çıkarması gereken dersleri olduğunu düşünüyorum. İkarusHaber'den Mert Elekçi Haydarpaşa'dan bildirdi efendim. Saygılar!




18 Aralık 2011 Pazar

Abdullah Gül'ün Görev Süresi Kaç Yıl?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi kaç yıldır? 2007 yılının son aylarından beri sıcaklığı artarak devam eden tartışma, son günlerde basının da siyasileri sıkıştırması ile iyice kızıştı. Kezâ eğer ki 5 yıllık bir görev süresinden bahsediyorsak, önümüzdeki yıl, 7 yıllık görev süresinden bahsediyorsak 2014 yılında Abdullah Gül’ün görev süresi dolacak.

Konuyla ilgili iktidar görüşünü belirledi. Prof. Kuzu, TBMM Tv’de yaptığı açıklamada Chirac örneğinden yola çıkarak, sürenin 7 yıl olması gerektiğini belirtti.

Erdoğan ve Arınç, fazla detaya girmedikleri açıklamalarında 7 yıl üzerinde görüş birliğine vardılar. Buna ek olarak Arınç, 2012 yılının ilk aylarında Cumhurbaşkanı’nın seçilmesindeki usûlü belirleyecek olan kanunu çıkarmayı istediklerini belirtti. Cemil Çiçek de görev süresinin belirlenmesinde meclisi adres olarak göstermekte. Ysk’nın da TBMM’ce alınacak kararı uygulamakla yükümlü olduğunu belirtti.

İktidar kanadına baktığımızda, 7 yıl üzerinde bir görüş birliği gözlemekle beraber, konuyla ilgili son karar yerinin TBMM olarak gösterilmesinden ortada bir belirsizlik olduğunu kabul ettiklerini çıkarabiliriz.

Öte yandan muhalefet, şiddetle 5 yılı savunuyor. Kılıçdaroğlu; ‘halk meclisin 4 yılda bir seçilmesini istedi ve sonunda öyle de oldu. Dolayısıyla 2007’de referandumda cumhurbaşkanının görev süresini 5 yıl olarak belirleyen halkın tercihine sadık kalınmalıdır’ grüşünü savunurken, Baykal, Prof. Kuzu’nun verdiği Chirac örneğini çürütebilmek adına o dönemde Fransa’daki partilerin mutabakata vardıklarını, dolayısıyla Chirac’ın bu sebeple değişikliğe rağmen 7 yıl görevinde kaldığını savundu.

MHP cephesinde ise konuyla ilgili olarak, Bahçeli bir 5+5 formülü önermesine karşın, bu konuda daha detaylı bir açıklama yapılmadı.

Sormamız gereken soruları sormaya başlayalım. Aslında ne oldu?

Hepimizin hatırlayacağı üzere 2007 yılının Nisan ayından itibaren, Tayip Erdoğan’ın belirlediği üzere Akp Abdullah Gül’ü görev süresi biten A.Necdet Sezer’in yerine Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterdi. Seçimlerde 357’yi alan A. Gül, CHP’nin milletvekili seçimlerinin hemen öncesinde yapılmasından dolayı seçime katılmaması ve meclisin toplamının 367’ye ulaşamaması sebebiyle seçilemedi. 22 Temmuz seçimlerinin ardından Abdullah Gül, 28 Ağustos itibariyle Cumhurbaşkanı seçildi. Dikkatinizi çekerim ki, referandum bu süreçte henüz yapılmamış ve cumhurbaşkanının görev süresi değişmemişti. Yani Abdullah Gül seçildiği sırada cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıldı.

Bu sürecin ardından cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören ve görev süresini 7 yıldan 5 yıla indiren anayasa değişikliği 21 Ekim tarihinde referanduma sunuldu ve halk tarafından kabul edildi. Bununla beraber mevcut cumhurbaşkanının görev süresi tartışılmaya başladı. Çünkü yapılan anayasa değişikliğinde bu konuya açıklık getiren bir geçici madde yoktu…

Eğer ki o referandum sürecinde Anayasal düzeyde, AÇIKLAYICI bir geçici hüküm konsaydı, ya da mevcut cumhurbaşkanının da görev süresi şayet 5 yıl olacaksa, GERİYE ETKİLİ bir geçici hüküm konsaydı, bu krizleri şu an yaşamıyor olacaktık.

Şimdi Ne olmalı?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi 7 yıldır. Çünkü Gül, 21 Ekim referandumuna konu olmuş değişikliklerin şartlarında, ve o hükmün statüsünde seçilmemiştir. Ayrıca, unutulmamalıdır ki, seçilme ve seçme ile ilgili değişiklikler, sıcak gündemi değil, uzun vadede olması gerekene yönelik değişiklikler olmalıdır. Bu sebeple milletvekilleri aracılığıyla meşruiyetini kazanması öngörülmüş bir hükme göre seçilmiş bir cumhurbaşkanının, seçilme şekli genel oya dönüştürülmüş bir sistemdeki hükme göre görev süresinin belirlenmesi, siyasi düzende hukukun belirleyiciliğini sakatlar. Doalyısıyla, seçme ve seçilme ile ilgili hükümlerin –özellikle görev süresi ve dolayısıyla seçim zamanları ile ilgili olan hükümlerin- var olanı değiştirmeye yönelik olamaması kuraldır. Bu hükümler bundan sonraki uygulamayı belirleyecektirler. İstisna ise, anayasanın izin verdiği ölçüde bu durumun geriye etkili olarak değiştirilebileceğidir.

Burada şunu da kesinlikle belirtmek gerekir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi ile ilgili bir belirsizlik varsa bunun yolu meclisten geçer. Ancak, bu belirsizliğin giderilmesi, görev süresinin anayasal bir konu olmasından dolayı anayasaya geçici hüküm konmasından geçer. Çünkü, yasayla yapılacak bir belirleme, kurulu erk olarak yasamanın yürütmenin başı olan cumhurbaşkanına müdahalesi olarak düşünülür. Bu sebeple bu belirsizliği meclis ancak kurucu iktidar sıfatıyla anayasa yoluyla gidermelidir.

Meclis seçimlerinin 2011’de yapılmış olması, Cumhurbaşkanı seçimini etkilemeli mi?

Anayanın 67. maddesine göre, meclis uygun gördüğü zaman seçimleri yenileyebilir. Burada meclisin bu yetkisi Kılıçdaroğlu’nun savunmasını haklı çıkarmıyor açıkçası… Çünkü, geçtiğimiz dönemde yapılan seçimlerde bir mutabakat vardı. Bana kalırsa, 2011 yılında yapılmış olan seçimler (12 haziran) bir erken seçimdir. Meclis görev süresi bitmeden önce seçimleri yenilemeye karar vermiştir. Ancak, ortada yine de bir bilinmezlik var. Çünkü 12 Haziran seçimlerinin bir erken seçim mi olduğu sorusu sizin de bildiğiniz üzere ne seçim kararı alındığında ne alındıktan sonra ne de şimdi konuşulmuyor. Dolayısıyla 67. maddedeki yetkisini kullanan bir meclis olduğuna göre, 2007’de seçilen meclisin seçimleri 4. yılında yapması, cumhurbaşkanı seçimlerinin de aynı uygulamayla yapılması gerektiğini bize göstermez.

Sonuç olarak;

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi 7 yıldır. Aslında bakarsanız burada muhalefetin ‘işine öyle geldiği için’ 5 yılı savunduğunu düşünüyorum. Yukarıda da açıkladığım nedenlerden ötürü mevcut anayasal mevzuat 7 yılı gerektirmektedir. Tabii olarak meclisin şu an da geçici bir ‘anayasa’ hükmü koyarak bun 5 yıl olarak belirleme yetkisi var. Ancak şuna dikkat edilmelidir ki, bu durumun yasayla düzenlenmeye çalışılması, ileride tehlikeli teamüllere yol açabilir. Anayasa’nın görev süreleri konusunda belirleyici rolünü ortadan kaldırabilecek teamüller olur bunlar… Öte yandan, iktidar eğer isterse aynı şekilde, geçici bir anayasal hükümle 7 yıl olarak belirleyebilir. Bu Chirac örneğinde olduğu gibi partiler arası mutabakat olmadan ancak çok daha güçlü bir şekilde, anayasal hükümle belirsizliği ortadan kaldırmış olur.

Tekrar ediyorum ki, bunların hiçbiri yapılmasa dahi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün süresinin görev süresi 7 yıl olmalıdır.

Mert Elekçi

Mert.elekci@politikadergisi.com

4 Eylül 2011 Pazar

Bir Anayasa Değişikliği ve Küresel Mali Kriz

Küresel Mali Kriz'de canı en fazla yanan ülkelerden birisi İspanya. Değişmek üzere olduğu iddia edilen dünya düzeninin de en ilginç aktörlerinden biri olarak karşımıza çıkmakta ve çıkmaya da devam edecek...

Bunun en önemli kanıtını son günlerde yaşadık. Bir BBC haberinden aynen aktaralım;'İspanya'da iktidar ve muhalefet, kamu borçlanmasını sınırlayan bir anayasa maddesi üzerinde anlaştılar.'

Yani 'bankalar krizi'ni para basarak aşan Avrupa devletlerinde, küresel mali krizi aşmak için uygulanacak yöntem netleşmekte. Kamu borçlanmasının sınırlanması anayasal düzlemde bir baskı oluşturacak ve bunun yerine devletler bu krizi aşmak için, kamu harcamalarını kısma ve/veya vergileri arttırma yöntemlerini izleyecekler. Geçmişte aşıldığı sanılan finansal krizlerin bugünkü sonucu olan 'küresel mali kriz' in para basarak 'öteleme' ve 'girişimleri dinamik tutmaya çalışarak büyüme oranları koruma' yöntemleriyle aşılması fikrinin Brüksel'de pek taraf bulmadığını görmekteyiz. Peki kamu harcamalarının kısılması ve vergilerin arttırılmasının hükümetler üzerinde yaratacağı sosyal baskının sonuçları neler olabilir? Bu, cevabı şimdiden öngörülebilecek bir soru değil. Öte yandan Atlantik'in diğer yanı, hala dolarının gücüne güvenmekte.

ABD, Piyasaya sürmek üzere milyar dolarlarını piyasaya sürmek üzere hazırlanıyor. Kongreyle anlaşmaya çalışan Obama, ne ölçüde bunu başaracak bilemeyiz ama krizlerle mücadele etmek için ABD'nin geçmişten beri süregelen yöntemi olan 'para basma' ya da kamu borçlanması, eğer ki Brüksel'in planları tutarsa, sorunu çözmede etkisiz kalacak gibi. ABD ve AB krizi çözmede farklı yöntemler izliyorlar. Bunun siyasi ve sosyal sonuçları ağır olacak gibi gözüküyor.

Tam da burada bir parantez açmanın doğru olacağını düşünüyorum; Acaba Orta Doğu'daki güncel olaylar, sosyal baskıyı azaltmak için bir 'dikkat dağıtma politikası' olabilir mi?

Peki Türkiye ne yapıyor?

Türkiye krizi haklı olarak finans piyasalarında karşılamayı uygun görmekte. Merkez Bankası, AB ve ABD'nin para basma politikalarındaki farklılığa rağmen döviz sepetindeki kurları koruyacak kadar rezervleri olduğunu açıkladı. Bu açıklamaya güvenecek olursak krizin ilk dalgasını atlatacağız gibi gözüküyor. Ancak krizin uzaması oranında Türkiye'ye etkisi artacaktır. Yani ikinci ve üçüncü dalgayı karşılayamayabiliriz. Ancak burada AB'nin çözüme yaklaşımındaki öngörülerde hata yapılmamalı. Bu bakımdan İspanya'daki anayasa değişikliği önem arz ediyor.

Saygılar...

Mert Elekçi

mert.elekci@politikadergisi.com

14 Temmuz 2011 Perşembe

Çarşı'dan Manifesto

Bir çağrı: "Fitbolda Temizlik Hareketi"
“Fitbolda” temizlik hareketi!"

Futbol endüstriyelleşmiş olabilir.
Ama biz malul/meta değiliz.
Taraftarız.
Seyirciyiz.
Renklerine sevdalandığımız tutkunlarız.
Hangi Beşiktaşlı başarısızlıktan dolayı takımını terk etmiş?
Hangi Beşiktaşlı yenilgiden sonra takımına küsmüş?
Hangi Beşiktaşlı harama tevessül etmiş?
Yıllardır söyledik. Şimdi bağırmak zamanı.
Şeref’inizle oynayın, Hakkı’nızla kazanın!
Beşiktaş’ı bir değerler manzumesine dönüştüren, “duruşumuzu” borçlu olduğumuz iki abide isme yakışanı yapın.
Biz Beşiktaş taraftarları…
Elle atılan golle hüzünlendik. Hak etmemiştik.
Kendini yere atıp penaltı kazanan oyuncuya öfkelendik. Hak etmemiştik.
Rakibine dirsek vuranı, çelme takanı ıslıkladık. Efendi davranılmamıştı.
Haksız yere ceza gören rakip oyuncuyu savunduk. “Eyyamcı hakem” diye bağırdık.
Böyle olmalıydık.
Gündelik yaşamımızda peşinde koştuğumuz ahlakı, erdemi, dürüstlük ve olgunluğu sahada da görmeliydik.
Bizler Hatice’nin ahvalini de önemseyen, neticenin ille de başarının biricik kriteri olmadığına inananlardık.
Bugün Türk futbolu büyük bir sınavdan geçiyor. Kaybettiğimiz, üzüntüden kahrolduğumuz maçların nasıl parayla satın alındığını, nasıl “ille de başarı” diyenlerin hayatımızın biricik sevdasını istismar ettiğini öğreniyoruz.
Bugün maaşımızdan arttırdığımız bir biletin, umudumuzu bağladığımız bir kuponun, harçlığımızdan biriktirdiğimiz bir deplasman biletinin ardında aslında ne oyunlar oynandığını, ne hile ve düzenbazlıklar olduğunu öğreniyoruz.
Bugün sevdalandığımız renklerin süregelen soruşturmanın sadece mağduru değil, zanlısı da olabileceğini öğreniveriyoruz.
Mahkemenin kararını vereceği son güne kadar bu olayda ismi geçen bütün Beşiktaşlılar bizim için masumdur. Onlara önyargı ile bakmayacağız.
Ancak diğerlerinin yaptığı gibi arkalarından peşi sıra gitmeyi de reddetmeliyiz. Acı ve sancılı da olsa doğrusu budur. Artık “o” Beşiktaşlılar bize bizden olduğunu kanıtlamak zorundadır. Zira bizim yıllardır –perde arkasını bilmeden- yaşadığımız düş kırıklığını Kayseri’de yaşayan “Boz Baykuşlar” ile empati kurmadan gerçeğin peşinde koşamayız.
Şimdi iki takım var. Biri namuslu ve dürüst olanların takımıdır. Diğerinde ise şikeci, düzenbaz ve hile ile çıkar peşinde koşanlar var.
Biz Beşiktaşlılar ilkini temsil ediyoruz. Etmeliyiz.
Onun içindir ki masum olduğuna inandığımız, sonuna kadar inanacağımız “zanlı” Beşiktaşlılarla aramıza mesafe koymalıyız. Masumiyetlerini kanıtlayıncaya kadar ne “büyük” diye bağırırız ne de “yanındayız” diye destek veririz. Artık aidiyet değil hukuk devreye girmiştir. Adaleti simgeleyen o gözü bağlı kadın kadar tarafsız ve objektif düşünürüz.
Zira biliriz ki eğer ki ortada Beşiktaşımızı zan altında bırakacak bir iddia varsa. Biz utanacağız.
Eğer ki puan ya da kupa için anlaşılmışsa o kupaya saygı duymayacağız.
Eğer ki bir kişi bile vaatle Beşiktaş’a karşı yeterince koşmamışsa biz sevinemeyeceğiz.
Kimse “Beşiktaşk” dediğimiz için her şeyi mübah göreceğimizi beklemesin. Biz sevdiğimiz renklerin sevdalısıyız, belalısı olmayacağız.
Diyoruz ki:
Arının…temizlenin…masumiyetinizi sadece yargıya değil, bizlere de kanıtlayın.
Sizi kucaklayalım. Coşkuyla gücünüze güç katalım.
Ama siz de arınıncaya, temizleninceye ve masumiyetinizi kanıtlayıncaya kadar Beşiktaş’la aranıza mesafe koyun. Beşiktaş’a yapılacak en büyük iyilik budur.
Diyoruz ki:
Tarihi bir fırsat elimizdedir.
Adını dürüstlüğü ile bizleri “şerefli ikinciliklerle” onurlandıran efsanevi başkanımızın diliyle adlandıralım. “Fitbol”da temizlik hareketini biz Beşiktaşlılar başlatalım. Formalarımıza, atkılarımıza bir siyah kurdela bağlayalım. Bilelim ki o kurdela sahibi olan bizler “Fitbol”da Temizlik Hareketi”nin erleriyiz.
Manifestomuzu birlikte yazalım.

Ey diğer renklere gönül verenler…
Bu yazıdaki bütün Beşiktaş sözcüklerinin yerine kendi takımınızı, siyah beyaz yerine kendi renklerinizi yazın…
Var mısınız?

çArşı