16 Ocak 2015 Cuma

Haklar için ne kadar ölçülü bir katlanma?

Özgürlük, yükümlülükleri ile birlikte mi? Kimin özgürlüğü? hangi yükümlülükler, hangi öncelikler? Bir haklar sıralamasının önemli bir sorunudur yükümlülükler. Gelin buna katlanma diyelim. Çünkü siyasal sistem içerisinde vatandaş veya daha öz bir kavram kullanmak gerekirse "insan"yükümlülükleri karşılığında mı özgürlüğe sahiptir, öncül nedir? sorusuna özgürlüğün vazgeçilmez, kuralın kendisi olduğuna yönelik cevap verebildiğimiz oranda karşımıza "yükümlülükler" den ziyade ikili bir "katlanma" ortaya çıkar. Bu ikili katlanma durumunın ilki özgürlük alanlarına ve haklara getirilen siyasal sistem tarafından "meşru" görülmüş olan ve de görülmeye de devam eden sınırlamalar oluşturur. Örneğin, yeşili katletmek uğruna mülkiyetinizi kullanamayacağınız veya kendinizi ifade etmek uğruna şiddet kullanamayacağınız gibi. Burada "uğruna" kurulan dengelerin en temel belirleyici kriterlerinden olan "ölçülülük" ilkesinin, bize hak veya özgürlüğün kullanımı için yol göstermesinin ötesinde, siyasal sistem içerisinde devletin yönetim anlayışı olarak değerler dengesinde kartını hangi değere oynadığı konusunda da turnusol görevi gördüğü söylenebilir.

İkinci katlanma durumu ise hukuki bağ olarak özgürlük ve hak alanından daha bağımsız gözükse de hak ve özgürlüklerin güvencesi olan devlet erkleri toplamının işleyişi için en temel kaynak olan insana ama daha çok vatandaşa yöneltilen "ödevler"dir. Mantık basit işlemektedir, devletin egemenliği altında kendini var eden, özgürlük alanları içerisinde hareket alanı bulan ve haklarını devlet güvencesi içerisinde talep edebilen  her insan bu ödevlere katlanmalıdır. Devlet güvencesi için her insan bu ödevleri yerine getirmeye katlanmalıdır. Örneğin güvenlik hakkı için bir kolluğa, kolluğun görevini yerine getirebilmesi için ise ikili bir katlanmaya şart vardır. Birinci katlanma yukarıda bahsettiğimiz özgürlük sınırlamasıdır; örneğin güvenlik hakkı bakımından buna örnek olarak önleyici aramalar gösterilebilir. Vatandaş veya insan; güvenli bir şekilde yaşamak için ölçülü bir şekilde uygulanan her türlü önleyici aramaya katlanmak durumundadır.  İkinci katlanma da "ödev" dir. Örnekten gidecek olursak, kolluk kamu güvenliğini gerçekleştirmek için mali yük oluşturmakta, bu mali yük ise güvenlik hakkının sujesi olan vatandaş veya insan tarafından ödenen vergiler ile karşılanmaktadır.

Bu iki katlanma durumunun özgürlük alanlarına ve hakların talep edilebilirliğine etkisi ne olacaktır? Örneğin, ilk katlanma durumu olarak yukarıda bahsettiğim "sınırlamalar" özgürlüğün kullanılmasını veya hakların talep edilebilirliğini yok edebilir, daraltabilir. Örneğin; genel sağlığın tehlikede olduğu bir durumda bir kişinin karantinaya alınması onun özgürlük hakkını yok eder. Bir siyasetçiye karşı hakaret de içeren bir söylemin ifade sahibinin eleştirme hakkı kapsamında görülmesi, siyasetçinin özel yaşama saygı hakkını daraltacaktır.

İkinci katlanma durumu olan "ödev"lerin hak ve özgürlüklere etkisi ne olacaktır? Siyasal sistem tarafından vatandaşa veya insana,  katlanma zorunluluğu getirilen ödevler, hiç kuşkusuz birinci katlanmada olduğunun aksine hak ve özgürlüklerden bağımsız düşünülmelidir. Bu bağımsızlık ödevlerin yerine getirilmemesinin hak ve özgürlüklere müdahale için meşru bir sebep oluşturmaması anlamına gelir. Siyasal sistem içerisinde meşru bir şekilde öngörülmüş ödevlerin yerine getirilmemesi hak ve özgürlükleri "doğrudan" yok etmemeli veya daraltmamalıdır. Ancak kişi açısından sonuç doğuran ekonomik haklara dolaylı bir şekilde müdahale oluşturması, bu ödevlerin yerine getirilmemesinin yaptırımlarının zorunlu olmasından ve  yaptırımların "mali" yapısından doğar. Yine de bu ödevlerin yerine getirilmemesine hiç bir şekilde ekonomik olmayan yaptırım öngörülmemelidir. Örneğin, bir meslek odasına aidatını ödemeyen bir mimarın, meslek odasından ihracı mesleğını yapamamasına neden olacak, bu durum da mimarın özel yaşamına saygı hakkına veya çalışma hakkına müdahale oluşturacaktır. Öte yandan bu ihraç,  mimarın yaşamını devam ettirebilmesi açısından "sosyal devlet" ile de ters düşer.Bu müdahale sosyal güvenlik hakkı bakımından da olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Oysa ki, meslek odasına ödenmesi gereken aidat alacağı bir amme alacağı niteliğindedir ve yaptırımı da Amme alacağının tahsiline ilişkin mevzuat tarafından zaten ekonomik biçimde öngörülmüştür. (özel faiz oranı, gecikme zammı vs. öngörülmesi) Böyle bir durumda aidatını ödemeyen bir mimarın meslekten atılıyor olması, ödevini yerine getirmemesi ile bunun yaptırımı arasında bir ölçüsüzlüğe yol açmaktadır. Başka bir deyişle -ilk paragrafa atfen- siyasal sistemin böyle bir durumda meslekten çıkarmayı öngörüyor olması sistemin kartını kişinin mesleğini yapması ile ilgili olan bütün haklara oynamadığını, bu haklara ne kadar önem verdiğini gösterir. Oysa ki bırakın meslekten çıkarmayı, amme alacağının tahsili bile olsa, bu alacağın tahsili için yapılacak her türlü müdahale dahi ölçülü olmak zorundadır.

Daha vurucu bir örnekle devam edelim;

Askerlik veya benzeri şekilde bir kamu görevinin yürütülmesi ödevi. Aynı şekilde bu durumda da kişi askerlik ödevini yerine getirmemesi durumunda sistem bunu bir suç olarak atfetmiş, bunun için hapis cezası öngörmüştür. (Bana sorarsanız bu türden bir katlanmanın öngörülüyor olması dahi "zorla çalıştırma yasağı" nı ihlal etmektedir. İHAS'ta bu konuda düzenlenen sınırlama sebepleri malesef bu konuda aksini söylemektedir.) Bir an için meşruluğunu kabul etsek(m) dahi aynı şekilde bu katlanma da devlet sistemine ekonomik bir yarar getirmesi maksadı ile düzenlenmiştir. En basit ifadesi ile devlet organlarına bir iş gücü sağlamakta, ekonomik bir yarar getirmektedir. -bu konuda mahkumların çalıştırılmasının amaçları bu kapsamdan ayrı düşünülmelidir- Yani kolluğun görevini yerine getirirken mali yükünü hafifletmek uğruna ödenen vergiler ile devlete iş gücü sağlamak amacıyla vatandaşlarını askere alması veya kamu hizmetinde çalıştırması aynı kapsamda düşünülmelidir. (Öte yandan "vatana bağlılık" "milli değerler" gibi her türlü meşrulaştırma zaten ilk olarak subjektif olmasından, ikinci olarak da bu değerlere sahip olmayan vatandaşların kötü vatandaş olarak görülmesinin sakıncalı olmasından ötürü dikkate değer bile değildir.)  Bu türden bir katlanmaya karşı özgürlüğü kısıtlayıcı ceza veriliyor olması, özgürlük hakkının özüne dokunan bir durumdur. Burada yine devletin ölçülülük ilkesini uygularken kartını hangi değerlere oynadığını bir kez daha görüyoruz.

Bir başka örnek de seçme hakkının aynı zamanda bir ödev olarak da düzenlenmesi. Bildiğiniz gibi devlet bu hakkın kullanılmamasını bir ödevin yerine getirilmemesi olarak görmekte ve oy kullanmayan vatandaşlara bir para cezası verilmesi öngörülmekte. Burada oy kullanma eyleminin kapsamı, demokratik katılımdır. Yani vatandaş, yönetime katılım alanı olarak seçimi görmek zorundadır. Oysa ki seçme, yani oy kullanma aynı zamanda bir ifadedir de. Basit mantıkla, konuşma konuşmama özgürlüğünü de kapsayacağına göre, veya seyehat etme, etmeme özgürlüğünü, ya da inanma inanmama hakkını da kapsadığına göre, seçme neden seçmeme hakkını kapsamamaktadır?  Seçimlerde katılım oranı meşruiyet açısından önemli bir kıstas ise siyasal sistem, vatandaşa seçimi zorunlu kılmakta, bunun da ötesinde seçimi ve onun sonucunu vatandaşına zorla meşru kıldırmaktadır. Siyasal sistem içinde vatandaş, kendisine herhangi bir siyasetçiyi yakın hissetmiyorsa buna tepki koymasını yasaklamaktadır. -Veya bu tepkiye mali olarak bir değer biçmektedir- Yine bu durumunda da ölçülülük ilkesi bakımından devletin kartını hangi değer için oynadığını gösteren önemli bir örnektir.

Bu örnekler arttırılabilir, her siyasi sistem veya her devlet yapısı için hem de. Yine de ölçülülük ilkesinin o kadar da ölçülü olmadığı durumlarda bu katlanmalar arasında ikili bir ayrım yapmak, hukuk devletinin daha etkili bir haklar sistemi yürütebilmesi açısından kanaatimce çok önem taşımaktadır.