20 Mart 2011 Pazar

Bir çözümsüzlük Örneği Türkiye

Türkiye’nin özellikle 2004 yılından bugüne baktığımızdaki grafiğini çizersek, genel anlamda bir farklılaşma görmekteyiz. Özelllikle, 1995-2002 arasında uygulanan politikalarla kıyaslandığında farkedilen bu farklılaşmanın nedenlerini sorgulamak için, daha çok tarihsel süreci yorumlamaya çalışarak, bir yazı dizisi hazırlamayı düşünüyorum. Her haftanın bir günü daha da ilerleyerek, konuya olabildiğince geniş bir bakış açısıyla yaklaşmayı, olmuş olanın nedenlerini sorgulayarak, şu an olanları daha iyi kavratmaya çalışmayı, bu konuda kendi görüşlerimi belirtmeyi bir görev saymaktayım.

Uzun emek ürünü olacak olan bu yazılarımdaki görüşlere katılsanız da katılmasanız da, eleştirilerinize her zaman açık olduğumu belirtmek istiyorum. Yazı dizisinin başlığını, ulaşmaya çalıştığım sonuç açısından uygun buldum. Çünkü, öyle ya da böyle, Türkiye Siyaseti ve Türk Anayasa Hukuku’nun tarih sürecindeki tek ortak noktası, süreci belirleyen değişkenlerin, günümüze geldikçe birikerek çoğalmış olmasıdır. Son söyleyecek olduğum şeyi, en başta söylemek istiyorum;

Kanaatimce çözümsüzlüğün kaynağı, siyasi iktidarların ‘hukukun belirleyiciliğini kasten ya da bilmeyerek, sağlayamamış olmaları ve halka karşı yeterince dürüst olmamaları’dır.

Aslında bakıldığında, iç siyasetin belirleyicisini her zaman dış siyaset olarak düşünenlerin, bu tespitime binlerce antitez öne sürebileceği kanısındayım. Haklı oldukları varsayımında bile, demokrasinin tabandan, tepeye oluşacağına ve bununda meşru yollarla aklı selim bir şekilde yapılabileceğine inanan bir hukukçu olarak, inancımı kaybetmemek istememdir. Bu yüzden, yazı dizisinde karmaşık, açıklaması zor olayları açıklayabilmek için, iç nedenleri su yüzüne çıkarmayı tercih ediyorum.

Umarım, aydınlatıcı bir araştırma sunabileceğim,

Ve ilk yazımın başlığı;

Çok Partili Hayata Geçiş Öncesi Durum...

Sanırım, bu konuya başlarken, öncelikle Chp’nin o dönemki devrimi kökleştirme çalışmalarından bahsedilmelidir. 1938’de ‘İnönü’nün Chp’si’ tarafından devralınan devrim, bu dönemde İnönü tarafından kökleştirilemeye çalışılmıştır. O kadar ki, CHP bir kadro partisi olmasına rağmen, halka yayılmaya çalışmış, Köy Enstitüleri’nin faaliyetleri desteklenmiş, ve bu enstitüler bu kökleştirilme çerçevesinde yapılandırılmıştır. Ancak, bu kökleştirme çalışmaları, özellikle kırsal kesimdeki uygulamalarında sonuçsuz kalmaya başlamasıyla, ve bu enstitüler hakkında yapılan “komünist” yetiştirdiklerine dair propagandalar sayesinde sekteye uğratılmıştır. Bu propagandaların, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel aleyhine yapılması, ‘komünist’ likle suçlanan dönemin aydınlarının Bakanlık tarafından görevlendirilerek gözden uzak tutulmaya çalışılması, -ya da bu göreve atanan aydınlara o dönemde iftira atılmaya çalışılması, hangisini derseniz diyin,- Chp’nin halkın karşısındaki duruşunu zayıflattı.- Rahmetli Uğur Mumcu, bu propagandaları yapanların, 2. Dünya Savaşı’nda Almanların yanında savaşa girmemizi isteyen eski İttihatçılar olduğunu savunmaktadır. Yeri gelmişken söylemek istiyorum, bu tezler o kadar öteye gitmektedir ki,ona göre bu propagandayı yapanlar, ileriki dönemin ülkücü görüşünün mimarlarıdırlar. İsimlere bakıldığında Mumcu’nun haklı olabileceğini söylemeden geçemeyeceğim. İleriki yazılarda bu konudan da bahsedilecektir.-

Dönemin tasviri yapılırken, en çok sorgulanan olgu, CHP’nin o dönemde totaliter mi yoksa demokratik mi olduğudur. Bu bakımdan düşünüldüğünde, bir 2. Dünya Savaşı olgusunu göz ardı edemeyiz. Sıkıyönetim, savaş tehditi ve bununla bağlantılı olarak kötü giden ekonomik durum, devletiçi politikanın bu sebeplerden verim verememesi göz önüne alındığında, devrimi kökleştirme çalışmaları, devrimleri halka kabul ettirmenin sekteye uğramaması imkansızdır. Ancak şu da unutlmamalıdır ki, o dönemin yargı sisteminin bağımsızlığını sorgulamadan, döneme ışık tutmak mümkün değildir.

1924 Anayasa’sı doğruyu söylemek gerekirse, yargı bağımsızlığına sadece ‘sözde’ bir güvence sağlamaktaydı. Kararlar incelendiği vakit, insanların siyasi ideolojilerinden dolayı yargılandıklarını ya da özellikle devrime tehlike olarak görülen aydınları susturma eğilimleri olduğunu görmekteyiz. Buradan da ‘yasama yorumu’ ve ‘yasa yapma’ yetkisi elinde bulunan bir iktidarın etkisini görmekte olduğumuzu düşünüyorum. Öte yandan ittihatçılık, ırkçılık, komünizm gibi kavramların, devletin rejimine tehlike olarak görülmesiyle birlikte, Alman Nasyonalizm’inden ve Sovyet Komünizm’inden etkilenen görüş yandaşlarının kendi yayın organları aracılığıyla hakarete varan sözlerle ve ‘Vatan Hainliği’ suçlamalarıyla birbirlerini kötülemeleri, iki görüş yandaşları arasında nefrete sebep olmuş, suikast girişimlerinden tutun da, üniversitedeki öğrencilerin kavgalarına kadar, kan akmasına sebep olmuştur. Bu olaylar dönemin siyasetine önemli ölçüde yön vermiş, muhalefetin de oluşmasına kanaatimce zemin hazırlamıştır. – Okurlara Atsız- Sebahattin Ali davasını derinlemesine anlatan bir yazı ileride umarım sunabilirim. Ancak burada kısa kesmek zorundayım.-

Dönemin muhalefetinden bahsederken, aslında zikredilmesi gereken en önemli konu, bence toprak reformudur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarında doğru İnönü’nün yapmaya çalıştığı em önemli işlerden biri olan toprak reformu, yukarıda bahsettiğim nedenlerden ötürü sekteye uğrayan devrim sürecinin, eski desteğini ve eski gücünü kazanmak için uygulanmaya sokulmak istenen bir tamamlayıcısıdır. Çünkü, halkın söz sahibi olmasına dayanan demokratik bir sistemin yaratılması için gereken, halkın iradesini ortaya koyabilmesi için, ekonomik açıdan bütün sınıfların belirli bir düzeye erişmiş olmasıdır. Ancak, gerek parti üyeleri içindeki toprak ağaları, gerekse ekonomik açıdan liberalleşmeyi destekleyen diğer muhalefet tarafından, toprak reformu destek görmemiştir. Mecliste oluşan muhalefet (Menderes, Bayar, Koraltan, Köprülü...)

toprak reformu yasasının çıkmasını engellemişlerdir. O dönemde yasayı desteklemeyenlerin liberalizmi savunmaları, 50-60’ların Türkiye’sinin ekonomi politikasının belirleyicisi olacaktır.

Atatürk’ün çok partili sisteme bakışından olacak ki, dönemin CHP’si muhalefetin oluşmasını adeta desteklemiştir. O kadar ki, çok partili sisteme geçmeden önce oluşan muhalefetin etkisini, 43-50 yılları arasındaki politikalarında görmekteyiz. İnönü, ikinci bir partinin kurulması aşamasında karşı-devrimci olmadığına güvenerek, Celal Bayar’ı DP’yi kurmaya teşvik etmiştir. Bu teşvikler o dereceye varmıştır ki, Cumhurbaşkanı İnönü, 12 Temmuz Beyannamesi’nde CHP ve DP arasında tarafsız olacağını söylemiş, bu beyannameden sonra CHP’nin o dönemki birliğine ve iktidarına önemli ölçüde zarar vermek uğruna, kanaatimce gerekli olan bir açıklamada bulunmuştur. Dönemin Başbakanı Recep PEKER, bu beyannameden sonra, Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır. Chp’deki bu gerilim, DP’nin güçlenmesine katkıda bulunmuş, birçok Chp üyesinin DP’ye geçmesini sağlamıştır.

Buradaki siyasal çatışma, 60’lara kadar şu noktadan doğmaktaydı;

Bir tarafta bir şeyleri değiştirmeye çalışan, sosyal açıdan radikal bir Chp,-bir süre sonra bugün olduğu gibi değiştirebildiklerini korumaya çalışan bir konuma geçmiştir-

Diğer yanda ise, Chp’nin değiştirmeye çalıştıklarına korumacı yaklaşarak bir politik çizgide ilerlemeye çalışan DP... Burada sorunun patlama noktası, toprak reformu olmuştu...

Özetlemek gerekirse, çok partili hayata geçiş öncesi dönem, siyasi gerilimler ve 2. Dünya Savaşı’nın etkileriyle şekillenmiştir. Bir yandan, devrimi kökleştirmeye bir yandan aydın sınıflarda bu devrimi legal ya da illegal yollarla korumaya çalışan iktidar, ekonomik sorunlarla cebelleşirken, ideolojisi gereği çok partili hayata geçişi destekleyerek, Demokrat Parti’nin kurulması ve güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Bu değişkenleri değerlendirirken, iktidarın aydın kesimlere uyguladığı yukarıda bahsedilen özgürlük kısıtlamalarından doğan muhalefet açlığını DP’nin kuruluşundaki etkenleri sayarken unutmamak gerekir diye düşünüyorum.

Bir dahaki yazıda görüşmek dileğiyle...

Sağlıcakla kalın...

Mert ELEKÇİ

Mert.elekci@politikadergisi.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder